Beyoğlu Kültür Yolu Festivali Atölye Programları
Eğitmenimizin rehberliğinde Hüsn-i Hat sanatının tarihçesi hakkında genel bilgi sahibi olurken, yazıda kullanılacak malzemelerin tanıtılıp hazırlanacağı ve harflerin uygulamalı olarak anlatılacağı, ardından; mürekkep ve kamış kalem eşliğinde, öğrencilerimizin rik'a harflerini meşk edecekleri atölyemize katılımlarınızı bekliyoruz.
1.1 Hüsn-i Hat Hakkında
Hat; çizgi, yazı, yol gibi mânâlara gelmektedir. İslam kültüründe, estetik ölçülere bağlı kalıp, güzel bir şekilde yazma sanatı (hüsn-i hat) olarak adlandırılmıştır. Kaynaklarda genellikle ''cismânî âletlerle meydana getirilen ruhânî bir hendese (geometri)'' şeklinde tarif edilen hat sanatı, bu tarife uygun bir estetik anlayış çerçevesinde yüzyıllar boyunca gelişerek günümüze ulaşmıştır.
Hat sanatının İslâmiyet’in doğuş dönemi ile yani 6-7. yüzyılları arasında ortaya çıktığı düşünülmektedir. Hicretten birkaç asır sonra Müslümanların ortak değeri haline gelmiş ve İslâm hattı vasfını kazanmıştır.
Hat sanatı, birçok sanat gibi en parlak devrini Osmanlı Devleti döneminde yaşamıştır. Osmanlı Türkleri hat sanatında erişilmesi mümkün olmayan üstün bir ekol kurmuşlardır. Osmanlı Devleti dönemindeki ilk temsilcisi Şeyh Hamdullâh’tır. 16. yüzyılda yaşamış olan Şeyh Hamdullâh, hat sanatına, o zamana kadar ulaşılamayan bir güzellik ve olgunluk getirmiştir. Osmanlı Devleti'nde birçok padişah hat sanatı ile ilgilenmişlerdir. İstanbul, Türkler tarafından fethedildikten sonra hat sanatının merkezi olmuştur. Bütün İslâm dünyasında tartışmasız kabul edilen bu gerçek, en güzel biçimde şu sözlerle ifadesini bulmuştur: ''Kur῾ân-ı Kerim Hicâz῾da nâzil oldu, Mısır῾da okundu, İstanbul῾da yazıldı.''
Osmanlı döneminde, Şeyh Hamdullâh'tan 100 sene sonra gelen ekol sahibi ikinci önemli isim, Hâfız Osman'dır. Özellikle yazdığı Kur'ân'lar çok beğenilmiş ve baskı yoluyla çoğaltılmıştır.
19. yüzyılda hat sanatı, Hâfız Osman'dan sonra gelen Mustafa Râkım ve sonrasında devam eden Sâmi Efendi, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Yesârizâde Mustafa İzzet Efendi gibi ekol sahibi nice kıymetli hattatlarca geliştirilmiştir.
Kamış kalem, is mürekkebi, kalemtraş, makta, hokka, lika, âhârlı kağıt, hüsn-i hat sanatı için gerekli malzemelerin başlıcalarındandır.
Hattatların pîri Hz.Ali (ra) Efendimizdir. Hattatların silsilesi kendisine ulaşmaktadır. Hz. Ali (ra) Efendimiz'in Kûfe'yi merkez yapmasından sonra İslâm yazısı Kûfî adını almıştır. Kûfî yazıya, ''yazıların anası'' mânâsına gelen ''Ümmü'l Hutût'' da denilmiştir.
Kûfî yazıdan sonra, İslâm yazıları arasında Aklâm-ı Sitte (Altı Kalem) diye şöhret bulan ve Kûfî'den sonra ikinci derecede kök sayılan altı yazı çeşidi; Tevkî, Rikaa', Muhakkak, Reyhânî, Sülüs ve Nesih olarak kaydedilmiştir. Bazıları Tâlik'i yedinci olarak saymışlar ve ölçülü yazıların aslının yedi kalem olduğunu ve ''Heft Kalem'' denildiğini söylemişlerdir.
Aklâm-ı Sitte'nin (Altı Kalem'in) Tarifleri:
Sülüs: ''Üçte bir'' demektir. Kûfî'den sonra hat sanatında başlıbaşına bir başlangıç ve hat tâliminde bir esas ve kaynak sayılmıştır.
Nesih: Kûfî yazıdan alınmıştır ve harf şekilleri, Kûfî'de görülen şekillerden daha yuvarlak ve daha zariftir. Sülüse tâbîdir. Genelde mushaf yazımında kullanıldığından nesih yazanlara ''Kur'an'ın hizmetkârı'' mânâsına gelen ''Hamele-i Kur'ân'' denmiştir. Kalem kalınlığı sülüsün üçte biri kadardır.
Muhakkak: Bu yazının harfleri sülüse nispetle daha büyüktür. Sülüs yazısının yatay kısımlarının daha geniş ve uzun olan tipidir. Kalem kalınlığı sülüs kalemi kadardır.
Reyhânî: Muhakkaka tâbîdir ve muhakkakın küçük yazılan şeklidir. Kalem kalınlığı nesih kadardır.
Tevkî: Sülüsten biraz daha küçük boyda yazılır. Kalem kalınlığı sülüse yakındır.
Rikaa': Kalem kalınlığı değişebilir, belli bir sınırı yoktur. Gayet sür'atle yazıldığından harfler bitişiktir. Kur'ân-ı Kerim'lerin son sayfalarındaki dua kısımları, icâzet metinleri genelde bu yazıyla yazılır.
Gubârî, Dîvânî, Rika', Siyâkât yazılarını, diğer yazı çeşitlerine örnek olarak verebilmekle birlikte, kaynaklarda belirtildiğine göre bine yakın yazı çeşidi kaydedilmiştir. Bu da İslâm'da yazıya verilen ehemmiyetin, sarfolunan gayretin kısa bir bilançosu gibidir.
Bazı yazılar resmî yazışmalarda kullanılırken, bazıları günlük hayatta, bazı yazılar mushaf yazmak için kullanılırken, bazıları sanat alanında kullanılmıştır.
Sanat âlemindeki küçümsenmeyecek bu zenginlik; Rabbânî bir feyiz ve rahmet altında işleyen dimağ ve ellerin, iman ve zevk dolu gönüllerin güzel ve muhteşem tezâhürleridir.
Kaynakça
-İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, Sanat ve Meslek Eğitimi Kursları, 2013
-Ünver N., Kaya D., TC. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, Yazma Kitaplar, http://www.yazmalar.gov.tr/sayfa/yazma-kitaplar/9 Erişim Tarihi: 07.01.2022
-Çetin N. M. (1989), Aklam-ı Sitte, https://islamansiklopedisi.org.tr/aklam-i-sitte Erişim Tarihi: 07.01.2022
-Derman M. U. (1997), Hat, https://islamansiklopedisi.org.tr/hat Erişim Tarihi: 07.01.2022
-Aşiyan Sanat ve Çerçeve, Hüsn-i Hat Nedir?, https://www.asiyansanat.com/blog/husni-hat-nedir-nasil-yapilir Erişim Tarihi: 07.01.2022
Atölyemizde; ebru sanatının tarihçesi ve temel kavramları hakkında bilgi sahibi olurken eğitmenimizden geleneğe uygun usûlde çiçek ebrusu ve battal ebru yapımını öğreneceğiz.
2.1. Ebru Hakkında
XVI. asır ortalarında Mîr Muhammed Tâhir tarafından Hindistan’da yapılmaya başlandığı rivayet olunan ebruculuğun, buradan İran’a ve daha sonra İstanbul’a kadar yayıldığı da kabul edilir. Aynı yüzyılın sonlarında, seyyahlar tarafından Avrupa’ya da ulaştırıldığı bilinmektedir. Zaman içinde İngiltere ve Amerika’ya da yayılan ebru kâğıdı, her ülkenin sanat anlayışına göre bir farklılık kazanmıştır. Bunda kullanılan değişik malzemenin de rolü olmalıdır.
Ebruculukta kullanılan boyalar tabiattaki renkli kaya ve topraklardan elde edildiği için “toprak boya” adıyla anılır ve suda erimediği gibi yağ da ihtiva etmezler. Boyalar dövülerek ve taş üstünde biraz su ilâvesiyle “destesenk” denilen dış bükey bir el taşı ile iyice ezilerek kullanıma hazır hale getirilir. Eskiden suyun dışarıya sızmasını önlemek üzere içi ziftle kaplanmış ağaçtan mâmul tekneler de kullanılmaktaydı. Teknenin içine konulacak suya lüzûcet (koyuluk ve yapışkanlık) vermek amacıyla kullanılan kitre, krem renginde gayri muntazam plakalar veya şeritler halindedir. Suda bekletilerek erimesi sağlanır ve bir torbadan süzülür. Batı dünyasında kitre yerine deniz kadayıfı kullanılmaktadır. Kitreli suyun üstüne serpilen renklerin birbirine karışmadan yayılmasını temin için, satıhta yayılmayı sağlayan safra asitleri ihtiva eden sığır ödü önceden her boyanın içine ilâve edilir. Fazla öd ihtiva eden boya fazla yayılır. Ebru imalinde sonradan ilâve edilen her renge, önceki renklerin arasında kendisine yer açabilmesi için daha fazla öd koymak gerekir. Ebruculukta modern fırçalarla usulüne uygun şekilde boya serpilemediğinden, ince ve düz bir değneğe üstüvânî şekilde gevşek olarak sarılmış at kuyruğu kılından fırça kullanılır. Serpilmiş boyalara şekil vermek için ince, boya damlatmak için kalınca tel çubuk kullanılır.
Ebru kâğıdı şu şekilde elde edilir: Tekneye konulan kitreli suyun üzerine, içine öd ilâve edilmiş olan boyalar fırça yardımıyla ve her tarafa dengeli bir şekilde serpilmeye başlanınca renkler suyun sathına bulut kümeleri gibi yayılır. Her yeni atılan renk, ihtiva ettiği öd kesafetine göre daha evvel atılanları itip sıkıştırarak kendisine yer açar, bu tarzdaki ebruya battal ebrusu adı verilir. Battal ebrusunda, ebru sanatkârının boyaları serpmek dışında tekneye müdahalesi mümkün değildir; bir noktadan sonra meydana gelen şekillere uymak zorundadır. Bu sebeple ebruculuk, küllî ve cüz’î iradenin izahı için ârif kişilerce müşahhas bir vâkıa olarak kabul edilmiş; boyaları serpmek cüz’î iradeye, tekne sathında ortaya çıkacak olan önceden meçhul görüntü de küllî iradeye benzetilmiştir. Renkler battal ebrusu hazırlar gibi serpildikten sonra tel çubuğun ucu kitreli suya dokundurulup önce yukarıdan aşağıya veya sağdan sola, sonra da aksi yönde keskin ve muntazam hareketlerle bütün satıhta yürütülürse ortaya çıkan ebruya tarama (gelgit) ebrusu denir.
Yine renkler battal ebrusundaki gibi serpilip tarak denilen alet, telleri kitreli suya girecek şekilde teknenin üstünde dolaştırılırsa taraklı ebru hâsıl olur. Önce tarama ebrusu yapılıp sonra taraklı ebru haline getirilirse daha da cazip görüntü elde edilir. Bütün bu ebru çeşitlerine son olarak yayılmayan bir koyu renk serpilmesiyle serpmeli vasfı kazandırılmış olur. Aynı işlem neft yağı ile yapılırsa ebru zemininde küçük boşluklar açılır, böyle hazırlanmış ebrular da neftli olarak adlandırılır. Teknedeki kitreli su kullanılıp kirlendikçe serpilen renkler bazan kum gibi noktalanmaya başlar, buna kumlu ebru adı verilir. Buraya kadar sayılan ebru çeşitleri hafif renkler serpilerek yapılırsa hafif ebru ortaya çıkar ve bilhassa hat kitâbeti için cazip bir zemin hazırlanmış olur, böyle kâğıtlar ayrıca âharlanır.
Bunlardan başka bir ebru çeşidi daha vardır ki tanınmış ebruculardan Ayasofya Camii hatibi Mehmed Efendi (ö. 1773) tarafından icat edildiği için hatip ebrusu adıyla tanınır. Bunda, hafif renkli zemin üstüne tel çubuk yardımıyla kuvvetli renklerden birer damla bırakılır, istenirse iç içe birkaç renk daha konabilir. İnce bir iğne bu kat kat renkli dairelerin içinde sağdan sola, yukarıdan aşağıya birkaç defa hareket ettirilir ve çarkıfelek, yürek, yıldız gibi şekiller elde edilir. Buna bağlı olarak çiçek şekilleri de yapılmak istenmiştir. Ancak ilk defa M. Necmeddin Okyay (ö. 1976) eliyle tabii şekline en yakın çiçekli ebrular (lâle, karanfil, hercaî menekşe, gelincik, gonca gül, kasımpatı, sümbül) yapılması başarılmış, onun talebesi Mustafa Düzgünman (ö. 1990) da bunlara papatyalı ebruyu ilâve etmiştir. Çiçekli ebrular sanat tarihimizde “Necmeddin ebrusu” adıyla tanınır.
Teknede istenilen tarzda hazırlanan ebru, teknenin üstüne sağdan veya soldan yavaşça yatırılan ve 15 saniye kadar bekletilen kâğıda bütün güzelliğiyle geçer. Ebruyu yapan kişiden tarafa olan köşelerden tutulup kaldırılan kâğıt öne doğru çekilir ve uzun çıtalar üstüne serilerek gölgede kurumaya bırakılır.
Teknede yapılan nakışlar ancak bir tek kâğıda geçirilebilir. Bir defa yapılan ebrunun aynısı bir daha tekrarlanamaz, ancak benzeri yapılabilir. Bundan dolayı her ebru, asla kopya edilemeyecek bir sanat eseri vasfını taşır.
Yine Necmeddin Okyay’ın buluşu olarak İslâmî hat sanatında yer alan yazılı ebrular vardır.
Eski yazma kitaplarda kâğıdın yazı sahasının ayrı, etrafının ayrı renge boyanmasına “akkâse”, böyle kâğıtlara da “akkâseli kâğıt” denilir. Ebruya da tatbik edilen bu teknikle XVII. asırda Hindistan’ın Bîcâpûr şehrinde ebru-resimler yapıldığı bilinmektedir. Necmeddin Okyay bunları görmediği halde, hafif ebrulu kâğıdın ortasına Arap zamkı mahlûlü sürüp bu kâğıdı, kuvvetli boyalar serptiği tekneye ikinci defa yatırarak iki ayrı ebrulu kâğıt, yani akkâseli ebruyu yapmıştır. Bu tarz, Necmeddin Okyay tarafından ayrıca yazılı ebruya da tatbik edilmiştir.
Ebru kâğıdı, eskiden yazma kitapların ciltlenmesinde (ebrulu kap, çârkûşe kap) ve yan kâğıdı olarak kullanıldığı gibi kıta ve levhaların iç ve dış pervazlarıyla koltuk denilen kısımlarında da çok kullanılmıştır; bunların en güzel örneklerine müze, kütüphane ve koleksiyonlarda rastlanır. Ayrıca Necmeddin Okyay’dan bu yana, çiçekli ebruların dört tarafına da iç ve dış pervaz olarak yaraşan diğer tarzdaki ebrulardan yapıştırılarak cazip resim tabloları hazırlandığı görülmektedir.
Bu sanat XVII. asırdan itibaren Batı âleminin de ilgisini çekmiş, Roma’da 1646 yılında “Türk kâğıdı” adıyla yapılan ilk neşriyattan beri ebruculuk üzerine pek çok eser yazılmıştır.
3. Minyatür Atölyesi
Atölyemizde; minyatür sanatının tarihçesi ve temel kavramları hakkında bilgi sahibi olurken eğitmenimizden geleneğe uygun usûlde minyatür yapımını öğreneceğiz.
3.1. Minyatür Hakkında
Minyatür, Latince “kırmızı ile boyamak” anlamına gelen, miniare kelimesinden türetilmiştir. Konu başlıklarını minium, yani sülyen ile belirginleştirmeye miniare adı verilmiştir. Zamanla metni süsleyen resimlere de minyatür denilmiştir. İranlılar ve Türkler bu tarz resmi “Nakış resim” veya “Hurde nakış” diye adlandırmıştır.
Minyatür sözcüğü Latince’de “minium”, İngilizce’de “illumination”, Fransızca’da “miniature” ve Almanca’da ise “miniatur” olarak kullanılmış ve Türkçe’ye “minyatür” şeklinde girmiştir. Osmanlıcada minyatüre “nakış”, ustasına da “nakkaş” denilmektedir. Minyatür geniş anlamıyla el yazmalarında metni aydınlatmak amacıyla yerleştirilen açıklayıcı resimlerdir (Anonim, 1997a:1262).
İnsanlar tarih boyunca duygu ve düşüncelerini, içinde yaşadıkları dünyayı ve toplumsal olayları anlatmak için resmi kullanmışlardır. Bugünkü resim sanatının kökleri binlerce yıl öncesine uzanmaktadır.
Geleneksel Türk resminin temellerinden biri olan minyatür; tarihi ve günlük olayları betimleyen, anlattığı zamanın geleneklerini, kültürünü ve yaşam tarzını ortaya koyan belge niteliğinde önemli bir sanattır. El yazmalarına metni aydınlatmak amacıyla yerleştirilen minyatürlerin, ilk örneklerine İslâm öncesi dönemlerde rastlandığı görülmektedir. Yapılan araştırmalar kapsamında Orta Asya’da Türkler tarafından yapılan minyatürlerin geçmişinin, 8. yüzyıla kadar dayandığını ortaya çıkarmıştır. Uygurların ilim merkezi olan Turfan, Buhara ve Semerkant şehirleri, dönemin minyatür sanatının en önemli merkezlerinden kabul edilmektedir. Bu merkezlerde minyatür sanatının duvar fresklerindeki ilk örnekleri verilmiş ve günümüze kadar gelmeyi başaran eserler hayata geçirilmiştir.
2.yüzyılda Mâni dinine mensup sanatçılar tarafından Orta Asya’da yayılan minyatürler, Türk ve İslam minyatür sanatının da kaynağını oluşturmaktadır. Yunan, Roma ve Bizans'ın elyazması kitaplarının da minyatürlerle süslendiği görülür. Hıristiyanlık yayılınca minyatür özellikle elyazması İncilleri süslemeye başlamıştır. Batı’da minyatürün gelişmesi ise 8.Yüzyılın sonlarına denk düşer.
Minyatür, Doğu ve Batı dünyasında çok eskiden beri bilinen ve kullanılan bir resim tarzıdır. Türk-İslam minyatürlerinin bilinen ilk örnekleri, Anadolu topraklarında yaşamış Selçuklulara aittir. Ancak Doğu ve Batı minyatürleri resim sanatı yönünden hemen hemen birbirinin aynı olmakla birlikte renk ve biçimlerde, konularda ayrılıklar görülmektedir. Türk kitap resimlemeciliğinin kökenleri ise Uygur Türkleri’ne kadar uzanmaktadır.
İlk İslam minyatürlerinin XII. ve XIII. yüzyıla ait olduğu bilinmektedir. İlk atölyeler Bağdat’ta kurulmuştur. Uygur minyatürleri, figür tipleri ve kompozisyonlarıyla Selçuklu minyatürlerine öncülük etmiştir. Selçukluların İran’dan Mezopotamya, Suriye ve Anadolu’ya yayılmasıyla ilk Türk-İslam minyatür üslubu doğmuştur. Bu ilk tasvirlerde Bizans resminin etkileri görülmektedir. Bu tasvirlerde günlük hayata ait eşyalar ve sahneler ve dönemin sosyal hayatı yansıtılmıştır.
Osmanlı devri minyatüründe ise başlıca üç konu görülür. Bunlar, tarih, edebiyat ve din alanına giren eserlerden oluşur. En çok resimlenmiş olan yazmalar, birinci gruba girenlerdir. Bu eserlerin bir bölümü sultanların hayatına, bir kısmı fetih ve savaşlara, bir kısım Türk bilginleri ile bilgelerinin yaşamlarına aittir. Bunlara, bir devrin yaşayış biçimini gösteren şenlikleri de eklemek gerekir.
13. yüzyılda Konya’da Abdülmü’min el-Hûyî’nin hazırladığı Varka ve Gülşen mesnevisinin minyatürleriyle, Harirî’nin Makâmât’ının minyatürleri bu dönemin en önemli eserleridir.
Fatih döneminde cerrahlık üzerine yazılmış nakkaşı bilinmeyen minyatürlü bir yazma görülür. Adı bilinen nakkaş Sinan Bey’dir.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde en ünlü minyatür sanatçılardan birisi de Matrakçı Nasuh’tur. Osmanlı tarihini konu alan eserlerini resimlerken, figürsüz manzaralar veya kuşbakışı topografık tasvirler olarak tanımlanabilecek yepyeni bir üslup yaratan büyük bir sanatçıdır.
Türk minyatür sanatının en verimli ve üretken dönemi olarak kabul edilen II. Selim ve III. Murat arasındaki döneminde Nigar’i insan tasvirleri yapmıştır. Nigar’i Yavuz Sultan Selim, Barbaros, Hayreddin Paşa, I. Francois ve V. Şarl’ın resimlerini yapmıştır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında minyatürden etkilenen ressamlardan biri de Turgut Zaim’dir.
İlk evre veya oluşum evresi II. Mehmed ile başlayan, II. Bayezid ve I. Selim’in saltanat yılları ile son bulan 1451 ve 1520 yılları arasındaki dönemi kapsamaktadır. İkinci evre Geçiş evresi I. Süleyman ve II. Selim Dönemi 1520-1574 yıllarını, Üçüncü evre, Klasik Evre: III. Murad ve III. Mehmed Dönemini 1574-1603 yıllarını, Dördüncü evre, geç Klasik ve Duraklama Evresi olarak 1603-1700 yıllarını, Beşinci evre, III. Ahmed Dönemi ve 18. Yy. ilk yarısını kapsayan 1700-1750 yılları arasındaki dönemi: Altıncı ve son evre ise 1750-1900 yıllarını kapsamaktadır. 1750 yılından sonrası Osmanlı minyatürünün sonu olarak değerlendirilmektedir” (And, 2002: 33).[5]
15. yy. dan günümüze ulaşan Türk minyatür sanatının ilk örnekleri olarak Osmanlı resimli el yazmalarının erken örneği olarak kabul edilen 1416 tarihinde Amasya’ da hazırlanan; 1390 tarihli Ahmedî’nin İskendernâme adlı eserinin kopyasıdır. Yine aynı yüzyılda üretilmiş olan minyatürlü el yazmaları: 1455-1456 Edirne’ de yapılan günümüzde Oxford Bodlein Library’de bulunan Tebrizî’nin Dilsûznâmesi (Mahir, 2005: 43-44; Çağman, 1976:335-336), 1460-1480 yılları arasında yapıldığı düşünülen, günümüzde R.989 Topkapı sarayı Müzesi Kütüphanesi’ ne kayıtlı olan Şair Kâtibi’nin yazmış olduğu Külliyat-ı Kâtibi adlı eseri ve 1465’ de Amasya’ da Şerafeddin Sabuncuoğlu tarafından hazırlanan Kitâbü’l-Cerrahiyyeti’l-İlhaniyye (Çağman, 1976: 335-336) dir. Bunlar dışında: 15. yy. son çeyreğinde üretilen üç adet Fatih Sultan Mehmed Portresi de Osmanlı Minyatür Sanatının ilk eserlerindendir (Konak, 2013: 7).
Kaynakça
Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yazma ve Nadir Eserler Daire Başkanlığı, Erişim Tarihi: 31.12.2021
Aslanapa, O., (1976). Türk Sanatı, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları
Pugaçenkova, G., (1986). Orta Asya’nın Şaheserleri Resim ve Minyatür. Taşkent: Edebiyat ve Sanat Neşriyatı
Yetkin, S.K., (1984). İslam Ülkelerinde Sanat, İstanbul: Başaş Ofset
Kılıç Hüsna, Osmanlı Minyatürlerinde Padişah Portreleri, Lale Kültür, Sanat ve Medeniyet Dergisi | Ocak- Haziran 2020
Kızılşafak Elanur, Minyatürden İllüstrasyona Tarihsel ve Güncel Bir Bakış, 2014
Anonim, (1997a). Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi, “Minyatür” maddesi, Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları, Cilt:2, İstanbul, s-1262
Okt. Fatma Nilhan Özaltın, Doç. Dr. Filiz Nurhan Ölmez, Osmanlı Dönemi Minyatürlerinde El Sanatlarından İzler, Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Hakemli Dergisi Art-E Mayıs 2011-07
4. Tesbih Atölyesi
Atölyemizde; tesbih yapımı hakkında katılımcılar bilgi sahibi olurken, Yılmaz Gündüz'den geleneğe uygun usûlde tesbih yapımı gösterilmektedir.