İnsanlık son yüz senede büyük değişimler geçirdi. Teknoloji ile hayat kolaylaşırken genel psikoloji veya ‘nefs sağlığı’, anlamlı bir hızla kötüleşti. 1900’lü yılların başlarında ABD vatandaşlarının %1-2’si bir depresyon geçirirken, bugün bu oran %40’a dayandı. Gençlik ve özellikle ergenler kaygı içinde boğuluyorlar, son otuz senede ülkemizde ergenlerde kaygı (vesvese, evham, kuruntu) artış oranları, %88.9.1 İnternet bağımlılığı ve genel mânâda sanal bağımlılık had safhada, beraberinde bir dizi psiko-somatik ve psikolojik rahatsızlık getiriyor. Var olan psikoloji ve psikiyatri artık çoktan yetmiyor. Ayrıca Freud’un psiko-analiz teorisi, maalesef bir grup tarafından kendi grup menfaatleri istikametinde, baba merkezli otoriter aile yapısını yıkmak için de kullanılıyor.2
Evet, Batı kaynaklı psikoloji denen bu bilim artık yetmiyor. Çünkü bu sözde bilim kendi dîni ile kavgalı olan Batı medeniyetinin spekülatif temelleri üstüne kurulmuş. Kendi aklına tapan madde-perest paradigma, büyük bir inatla ilâhî olan her şeye karşı cephe alarak insan yaradılışı, yaşayışı ve tekâmülü ile alâkalı tüm ilâhî değerleri yok farz ediyor. Bütün bu sebeplerle artık yeni bir psikoloji okulunun inşa edilmesi elzem görünüyor. Spekülatif zanlar yerine, Kur’ân-ı Kerîm ve ehâdis-i şerîfeden hareket ederek, ‘nass’lara dayanarak insanın nefs yapısını ve bu yapıda hüküm süren ilâhî kanunları anlamalıyız. Bâhusûs ‘psike’ yerine de ‘nefs’ dememiz daha doğru olur çünkü ‘psike’ nefs mefhumunun zenginliğini ihtiva etmez.
Hemen bir örnek verelim ve çalışmamıza Beled sûresinin psikolojik zâviyeden tefsîr denemesi ile başlayalım. Sûrenin 4. âyet-i kerîmesinde zikredilen ‘kebed’ kelime-i tayyibesinin (“Lekad haleknal insâne fî kebed- Biz insanı ‘kebed’ içinde yarattık.”) semantik analizini yapalım (İlmü’l-meânî).
Muhtelif tefsîrlere baktığımızda, ‘sıkıntı, zorluk, meşakkat, çile, acı’ gibi yorumlar görüyoruz. Ama Rûhu’l-Beyân tefsîrinde İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri, ‘kebed’i açıklarken herhangi bir nesne, dar bir kaba sıkıştırıldığında nasıl kendisini basınç altında hissederse, ‘kebed’ halinin de insanı öyle kuşattığına işaret ediyor. Yani ‘kabına sığmayan insan’ tasvir ediliyor. Rağıp el-Isfahânî ise Müfredat’ta k-b-d mastarı için ‘gök kubbenin ortası, merkezî konum’ mânâsının yanı sıra, ‘dar geçidi geçmeden ve yurduna varmadan’ insan için kurtuluş yok yorumunu ekliyor.3 Bu açıklamalardan hareket ederek ‘kebed’i psikolojik açıdan tefsîr edersek, insanın indirildiği temel merkezî varoluş konumunda (nefs-i emmâre), sanki kabına sığmayan bir varlık olarak yaşadığını görüyoruz. Acılarımız, bunalım ve arayışlarımızın esas sebebi bu yapı. Nitekim aynı sûrenin 11. âyet-i kerîmesinde ‘akabe’ kelime-i tayyibesini buluyoruz. (“Fe laktehamel akabeh- Fakat o sarp yokuşa göğüs veremedi.”) Mânâsı ise ‘dağlardaki sarp yol, yokuş’. Beled sûresinin 4 ve 11. âyet-i kerîmelerini beraberce yorumlarsak idrak ediyoruz ki, fıtrî yapımız sebebiyle kendimizi hayatın başında dar bir varoluş alanında bulsak bile, çıkış, kurtuluş ümidi hep var. Yeter ki o ‘sarp yokuşu’ (akabe) tırmanmaya niyet edelim. Sonraki âyet-i kerîmeler ise o sarp yokuşu aşmanın yollarını gösteriyor (zordaki insanlara yardım eli uzatmak, kendisi ihtiyaç halindeyken bile başkasını doyurmak, yetimi, yoksulu görüp gözetmek). Ancak bu artı çaba içerisine girdiğimizde daha geniş, ferah, aydınlık, özgür bir varoluş mertebesine ulaşıyoruz.
Bakın, Beled sûresi bize psikolojik açılardan neleri açıkladı? Nefs mertebeleri, bu mertebelerde yükselme zorunluluğu ve yükselmenin şart ve îcâbları. Bütün bu anlatılanlar Batı psikolojisine yabancıdır. Nefs-i emmâreyi, nefsin ilk mertebesini; insanın yegâne varoluş imkânı sanırlar. Ve yine o psikolojiye göre insanın diğer kutbu ise, varoluşun alt karanlık katmanlarıdır (Tîn sûresi, ‘esfel-i sâfilîn’) yani Freud’un bilinç dışı. Ve daha da vahimi bu telakkiye göre insan aslında kötü, kaotik, sapık bir varlıktır. Hazret-i insan kuvvesi, ‘ahsen-i takvîm’ yaratılmışlık (Tîn sûresi, 4), halîfetullah olma şerefi (Bakara sûresi, 30), rûhundan üflenmiş olmak (Secde sûresi, 9), İslâm fıtratı üzere yaratılmışlık (Rum sûresi 30) gibi hakîkatler uzaktan yakından bilinmez. Bilinmez ve bugünkü trajik insan manzaraları meydana çıkar.
Evet, Ümmü’l-Kitâb (Kur’ân-ı Kerîm)’a müracaat etmeden insan anlaşılamaz, nefs bilinmeden de Rabb bilinemez. Yeni psikoloji veya nefs psikolojisi diye tanımladığımız bu kadîm psikolojinin diğer dayanağı ise ehâdis-i şerîfedir. Efendimiz (s.a.s.)’in, sünnet-i seniyyeleri, hayat-ı tayyibeleri, güzel ahlâkı, edebi, her konuda inceliği, letâfeti, nezâketi, basîreti, ferâseti bilinmeden, araştırılmadan da psikoloji olmaz.
Ve Sultanımız Efendimiz Hz. Mevlânâ (k.s.) gibi evliyâullah hazerâtı ne söylemişse aslında âyet ve hadîs tercümeleridir.
Nefs Psikolojisi ve Mesnevî-i Şerîf
Şimdi Mesnevî-i şerîf’ten haddimiz olmayarak da olsa, ilham almaya gayret ederek ‘nefs’ diye adlandırılan bu ‘bina’nın yapısına bakalım.
Evvel-emirde iki kutuplu bir yapı ile karşılaşıyoruz. Keyfiyet zâviyesinden bakarsak, yukarıda belirttiğimiz gibi, insan ‘ahsen-i takvîm’, en güzel şekilde yaratılmışlık ve ‘esfel-i sâfilîn’, aşağıların aşağısında da var olma yetkisine sahip bir varlık (Tîn sûresi 4-5). Burada zikredilen ‘takvîm’ kelime-i tayyibesi, herhangi bir şeyi olması gereken en uygun biçime ve kıvama getirmek, demektir.4 Ama dikkatinizi çekerim, Tîn sûresinin 4. âyet-i kerîmesi “Lekad haleknel insâne fî ahseni takvîm- Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” buyururken, yani asla işaret ederken; “Sümme radednâhu esfele safilîn- Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” a’raz olarak zikredilmiş. Yani potansiyel, kuvve olarak insanın en güzel şekilde yaratılmışlık hali veya varoluş konumu, ne yaparsa yapsın, hangi patolojiyi gösterirse göstersin hep derûnunda mevcûd. Şimdi Cenâb-ı Pîr Hz. Mevlânâ’nın, zât-ı âlîleri önünde secdeye varan Hıristiyan papazın önünde defalarca secdeye varmasını ve sohbetlerine bizi almıyorlar diye içleri yanan hayat kadınlarını teselli etmek için Konya genelevini ziyaretini anlıyoruz.5 O halde insan her şeyin en güzelidir ve insandan daha güzel bir şey yoktur ve hatta daha da ötesi, Allah (c.c.) bile insana, insandan tecellî eder. Biz psikiyatr ve psikologlar için, bu varoluş tavrının psikoterapide hangi boyutları açabileceğini takdirlerinize bırakıyorum.
Bu iki kutuplu yapının en aşağısı ile en üstü arasında mertebeler olduğunu ise yine Kur’ân-ı Azîmü’ş-şan’dan öğreniyoruz, İnşikak sûresi (84/19) âyet-i kerîmesinde, “Le terkebunne tabakan an tabakın- Sizler binip binip tabakadan tabakaya (halden hale) geçeceksiniz.” (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsîri) zikrediliyor. Çağımızın maalesef elzem kıldığı gibi, ağdalı bir dille ifade edersek, insan değişik varoluş mertebeleri yaşamak üzere yaratılmış bir varlık. Ama sadece merâtibe (mertebelere) işaret edilmiyor, bir de adları zikrediliyor, nefs-i emmâreden başlayarak nefs-i safiyyeye kadar yedi ana mertebenin mevcudâtı bildiriliyor (Nefs-i safiyye bu ad altında geçmez ama ehline malûmdur.). Ve bu ‘katlar’ arasında hal diye kabaca tanımlayabileceğimiz ara katlar da var. Sultanımız Hz. Mevlânâ’mız bu hakîkati bizlere şu veciz sözlerle anlatıyor:
“Azîz dost! Sen, tek bir kişi değilsin. Sen, bir âlemsin! Sen derin ve çok büyük denizsin. Ey insan-ı kâmil! O senin muazzam varlığın, belki dokuz yüz kattır; dibi, kıyısı olmayan denizdir.”6
Bu temel iki kutuplu nefs yapısının bir diğer özelliği ise, şuurumuzun, yani her insanın yaşadığı günlük sıradan şuurun, şuur dışına göre engin bir okyanustaki bir ada mesabesinde olması. Adanın kayalıklarından aşağılara baktığımızda önce berrak olan ama gittikçe karanlıklaşan bir deniz görüyoruz. Nûr sûresinin 40. âyet-i kerîmesi bu denizi şöyle anlatıyor:
“Yahut (onların yapıp ettikleri) engin bir denizin kopkoyu karanlıkları gibidir; (öyle bir deniz ki) üst üste kopan dalgalar ve tepedeki (kara) bulutlar o karanlığı daha da arttırıyor: kat kat, üst üste karanlıklar..! (Öyle ki) insan, çıkarıp (baksa), neredeyse kendi elini dahi göremez; öyle ya, Allah’ın aydınlatmadığı kimse için ışık (bulma umudu) yoktur.”7
Evet, işte Batı psikolojisinin tanımlamaya çalıştığı, bilinç dışı veya nefs psikolojisine göre alt bilinç dışı böyle bir âlem (‘alt’, çünkü ileride göreceğimiz gibi ‘üst’ü de var).
“Bir kuyuya düştü ki, dibi yoktur ve bu durum onun günâhıdır, cebir ve cevr yoktur (Cehennem… Cihnâm gâyet derin kuyu…)”8
“Ateşe mensûb olana, ‘Git İblis ol, yedinci kat yerin altında telbîs ile ol!’ dedi.”9
Ahmed Avni Konuk Hazretleri (rh.a.) Mesnevî şerhinde, yedi kat gökleri, vücûd-ı hakîkînin yedi mertebeye tenezzülü (tecellîsi, belirginleşmesi. Bu mertebeler Ahadiyyet-Vahdet-Vâhidiyyet-Rûh-Misâl-Şehâ-det ve İnsan) olarak açıklar. İblis ise yedinci mertebe-i tenezzül olan vücûd-ı beşer arzının altında telbîs (kötü bir şeyi iyi gibi göstermek) ve idlâl (dalâlet, yoldan saptırma) ile meşguldür. Burada zikredilen ‘beşerin arzının altı’ işte bu ‘esfel-i sâfilîn’ alanıdır (alt şuur dışı). Cenâb-ı Pîr burasını bir savaş alanı gibi de tasvir eder. Derûnumuzda hüküm süren bu dâimî savaşta nefsler ile akıllar çarpışır durur, böyleyken insan yarı insan yarı hayvan olarak ömür sürer.10
Bu alt âlemin kendine has zamanı, mekânı ve hatta farklı bir ‘ışığı’ vardır ve bu ışık nefsin üst mertebelerinde hüküm süren ‘nûr’a zıt bir yapıdadır.11
Nitekim yine Nûr sûresinin 35. âyet-i kerîmesinde “Allah göklerin ve yerlerin nûrudur.” cümle-i tayyibesi ile başlayan âyet-i kerîme işte insanın bu ikinci veya ‘üst’ kutbuna işaret eder. Veya yukarıda verdiğimiz ‘ada’ mecâzı ile ifade edersek, bu şuur adasında varlığını sürdüren insan, eğer başını kaldırıp göklere bakma iradesini gösterirse, muhteşem bir başka âlem ile karşılaşacaktır, nefs psikolojisi bu âlemi üst şuur-dışı diye adlandırır. Tasavvuftaki karşılığı âlem-i misâl veya âlem-i hayâldir. Mesnevî-i şerîf’te, Cenâb-ı Pîr Mevlânâ (k.s.), Hakîm Senâî Hazretleri’nin aşağıdaki şu beytini;
“Cân vilâyetinde gökler vardır ki, cihânın göğüne iş buyurucudur. Ruh yolunda aşağılar ve yukarılar vardır; yüksek dağlar ve denizler vardır.”12
“Gaybın bir başka bulutu ve bir suyu vardır, başka bir göğü ve güneşi vardır.”
yukarıdaki 2065 numaraları beytinde tasdik etmiştir.
Bir başka beytinde ise o âlemi şöyle tasvir eder:
“Ve rahim gibi olan bu cihândan hârice gidesin, zeminden geniş olan arsada olursun. Allah’ın (c.c.) arzı geniştir, demiş oldukları o yeri, enbiyânın gitmiş oldukları bir arsa bil. Geniş arsadan gönüldâr olma, ten nahlinin (nârin vücudlu dilber) dalı orada kurumaz.”13
İlginçtir, Batı psikolojisi bu üst âlemi, insanın bu aslî boyutunu da, laboratuvarında ispatlayamadığı için inkâr eder (C. G. Jung’un ‘kollektif şuur-dışı’ kavramı ‘âlem-i misâl’e tekabül etmez.).
Şuur dışının iki kutuplu bir yapıda olduğunu gördük; insan kâh o karanlık denizin dalgaları arasında bocalar durur, ‘vesvâs’ın (vesvese veren) kandırmaları ile hırsına, şehvetine, gururuna, kibrine, öfkesine yenik düşüp varoluşunu karartır, kâh Rahman’ın sözünü dinlediği için cân vilâyetinin sahralarında dolaşır.
Peki ‘cân’ nedir veya neyi temsil eder? Yine Sultanımıza iltica edelim ve Kur’ân’ın bendesi, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’nın yolunun tozu olduğunu bize müjdeleyen Hazret-i Mevlânâ’mızın fem-i mübâreklerinden zikredilen bir hadîs-i şerîf vâsıtasıyla ‘cân’ı öğrenelim:
“Ümmetimden bazıları benim hem gevherim, hem himmetimdir. Muhakkak ki onların cânı beni o nûrdan görür ki, ben dahi onları onunla görürüm.”14
Evvel-emirde insanın bu muhteşem potansiyelinin Rabbine en yakın olduğu varoluş mertebesi olduğunu da öğreniyoruz. Ahmed Avni Konuk Hazretleri’nin şerhinde, Mesnevî’nin ilk 18 beytinin yedincisi zikredilirken;
“Benim sırrım nâlemden uzak değildir fakat gözün ve kulağın o nûru yoktur.”15
beytinin açıklamasında A. Avni Konuk Hazretleri, Mesnevî-i şerîf’ten şu beyti de zikrediyor:
“Nâsın (insanın) Rabbinin nâsın cânına, keyfiyetsiz ve kıyassız bir ittisâli vardır.”16
Fakat Rabbü’l-Âlemîn’e bu denli yakın olduğumuz bu boyutumuzu, sıradan hislerimizle idrak etmek mümkün değildir.
“Ten cândan, cân da tenden örtülmüş değildir fakat bir kimseye cânı görmeye izin yoktur.”17
Edilememesinin bir sebebi ise, bu insânî kuvvenin zaman ve mekân ötesi olmasıdır.
“Eğer sen kendi zâtına ön ve arka zannı tutarsan, cisme bağlanmışsın ve cândan mahrumsun. Alt ve üst, ön ve arka tenin sıfatıdır; cihetsizlik rûşen (aydınlık) olan cânın zâtıdır. Şâhın nûr-ı pâkinden nazarı aç; tâ ki kısa bakışlı gibi zannetmeyesin (yani kendine nûr-ı Hak ile nazar et…)”18
“Hem o saat içinde, ‘cân’ sâatden kurtuldu zirâ ki saat delikanlıyı ihtiyar yapar.”19
İnsanın tevhîdden (mutlak ilâhî birlik) kopup dünyaya nüzûlünden (indirilmesinden) sonra temel arzusu, hep o düalizm ötesi birlik âlemine geri dönmektir. Zaten Mesnevî-i şerîf’in ilk 18 beyti bu hakîkati ifade eder (“Her kimse ki kendi aslından uzak kaldı, tekrar kendi vaslının zamanını ister.” 4. beyit). Aşağıdaki satırlarda ise bu ikilemler ötesi tevhîd alanının bizden pek uzak olmadığının müjdesini alıyoruz.
“Vaktaki vücûd o cân âlemine doğar, o hâlde beyaz ve kara ihtilafı kalmaz.”20
Ve biz psikiyatr ve psikologları ilgilendiren depresyon ve evham rahatsızlıkları ‘cân’a vâsıl olabilirsek…
“Cân aklın bağlanmış elini açtı, bağlanmış işleri de tertib etti…”
(A. A. Konuk Hazretleri’nin îzâhı: Evhâm ve hayâlât ile bağlanmış olan aklın yed-i kudretini, halîfe-i ilâhî olan rûh-i sultânî açarsa, his gözünden kapalı ve mestûr kalmış olan işlere dahi nizam verir.)21
Ve muhterem hanımefendileri mesrûr edecek son bir cân hakîkati ile şimdilik cânımıza veda edelim.
“Bu ‘Hümeyra’ lafz-ı te’nîsdir ve cân da. Bu Araplar ona te’nîs nâmını koyarlar.”
(A. A. Konuk Hazretleri bu beytin açıklamasında, “Bu (Hümeyra) kelimesi lafız ve na’t îtibâriyle müennestir ve cân dahi müennes.” buyuruyor.).22
Bâhusûs derûnumuzda hüküm süren celâl/cemâl isimleri dengesini idrak edebilmek, psikolojiye yeni boyutlar kazandırır. (Bu mevzûa ilgi duyanların C. G. Jung’un ‘animus’, ‘anima’ mefhumlarını ve Sachihiko Murata’nın “The Tao of Islam” makalesini okumalarını acizâne tavsiye ederiz.)
Nefs psikolojisinin Batı psikolojisine kazandırdıkları konusunda buraya kadar bu yapının topoğrafyasını açıklayacak bazı husûsâtı zât-ı âlilerinize sunmaya gayret ettik. Şimdi ise kısaca bu çok mertebeli yapının iç dinamiğini özetleyelim.
Nefs Yapısının İç Dinamiği
Birinci mertebe nefs-i emmâredir, Yûsuf sûresinin 53. âyet-i kerîmesinde zikredilir. Bu makam insanın alt âlemi ile üst âlemi arasında bir ara konumdur.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:
“Senin düşmanlarının en düşmanı, en şiddetlisi iki tarafın arasında bulunan nefstir.”23
Ve nefs-i emmâre katının iki hali, temel varoluş kaygısı ‘havf’ ve temel varoluş ümidi ‘recâ’dır (Secde sûresi, 16). Havf ve recâ bir ikili-birlik teşkil eder, kuşun iki kanadı gibidir. ‘Recâ’ umumiyetle ümit diye çevrilir ama r-c-a mastarına baktığımızda esas mânâsı, başlangıç noktasına, tevhîd âlemine, yani Sultanımız Hazret-i Mevlânâ’nın mecâzı ile, ‘kamış’ın kesildiği kamışlığa geri dönme beklentisini ifade eder.
Hayatın o karanlık gecesinde, zâhirî olarak dünyaya yönelik görünse bile, insanın her iştiyâkı (hasret, özlem), aslında aslî vatanına, o düalizm ötesi tevhîd âlemine dönebilme şuur-dışı ümidini taşır. Mal, mülk, makam, mevki’ hepsi vesiledir. Vesiledir çünkü çabuk bıkarız. Fakat tefsîr burada bitmez, recâ muhteşem bir mânâ daha taşır; Hadîd sûresinin 13. âyet-i kerîmesi, ‘geri dönüp arkamıza baktığımızda’ ne bulacağımızı da bize müjdeler. Âyet-i kerîmede zikredilen, “Erci’û verâe-kum (arkanıza dönün) feltemisû nûren (ve nuru arayın)”, geri dönüp, hemen ‘arkamızdaki’ nura ulaşmak demektir.24
Demek oluyor ki, düştüğümüz varoluş mertebesi ne olursa olsun, bu ‘nur’ hep bizimle beraberdir. Tarık sûresindende de aynı müjdeyi alırız, o ‘gece vakti gelen yıldız’, aslında uzun hayat gecesinde bizleri hiç yapayalnız bırakmayan, merhameti gazabını aşmış, Rabbu’l-Âlemîn’in tecellî-i rahmânîsidir.
Kendisini terk edilmiş, yalnız, çaresiz hisseden çağımızın depresif, evhamlı insanı için ne büyük bir müjde... Sadece geriye dönüp, ardına bakması gerekiyor. (Tövbe de, kök mânâ olarak ‘dönmek’ demektir.)
Bir sonraki varoluş mertebesi ise nefs-i levvâmedir (Kıyamet sûresi, 2. âyet). Bu mertebede artık insan hayat sahnesinde olup bitenleri, sanki başka bir varoluş konumundan, hayat oyununun ‘balkon’undan izlemeye başlar. Nefs-i emmâre mertebesinde pek belirgin olmayan vicdan ve akl-ı selîm gibi latîf hasseler taayyün eder (belirginleşir). Rağıb el-Isfahânî Hazretleri Müfredat’ında bize vicdan kelimesi için çok ehemmiyetli bir açıklamada bulunur. V-c-d mastarından gelen vicdan, insanın artık sadece aklı ile değil, kalbi ile de görmeye başladığını müjdeler.25 Hazret, ‘vecedtuha’ (Onu buldum.) kelime-i tayyibesini ‘gözle ve kalple’ görme olarak tefsîr eder. Yani İ. Hakkı Bursevî Hazretleri’nin, Rûhu’l-Beyân’ında açıkladığı gibi, nefs-i emmâre mertebesinde hüküm süren temayüller (eğilimler), meyl-i tabiî (şehvet) ve meyl-i nefsânî (heva heves) usulca meyl-i kalbî haline dönüşür. Ve kalb ise ‘aşk’ın tahtıdır.
Nefs-i levvâmeden itibaren ise, alt katların, esfel-i sâfilîn’in gürültüsü azalmaya başlar ve kalb artık ilhamât-ı Rabbânî’ye duyarlı hâle gelir. Haddimizi aştığı için buradan sonra gelen yüksek makamların (nefs-i mutmainne, râziyye, marziyye, safiyye) îzâhına girmiyoruz. Sadece makam ve hal arasındaki şu farkı bilmemiz gerekir. Makam, seyr u sülûk maârif sistemi çerçevesinde, bir mürşid-i kâmilin nezaretinde, nefs mertebelerinde yükselmek ve bir kata vardıktan sonra artık orada sabit kalabilmeyi ifade eder. Kabı aldığınca ‘yolcu’ yeni makamlar kazanır. Hal ise, herhangi bir makamın latîf (inceltilmiş) duyu ve duygularını, geçici bir süre için tadabilmek demektir. Bu tadış Rabbü’l-âlemîn tarafından, O’nun rızasını kazanacak davranışlarda bulunduğumuzda bizlere bahşedilmiş bir müjde veya cesaretlendirme gibidir. İnancımız, dinimiz ne olursa olsun, alırlar bizi, ‘bir yerlere’ götürürler ve hayatın en zor anlarında ümit, güven, huşû, hayret, hayranlık, derin merhamet, aşk ve daha yüzlerce değişik haller yaşayabiliriz. Fakat bizi psikoloji veya nefs ilmi açısından esas ilgilendiren, bu çok boyutlu nefs yapısında genel mânâda urûc (yükselme), duraklama ve nüzûlün (iniş) nefs sağlığı (psiko-hijyen) ve psikolojik patoloji (hastalık) zâviyelerinden ne ifade ettiğidir. Özetlersek…
Evham (kaygı): Aynı kata mahkum kalma er geç evham ile neticelenir. Zâhirî olarak baktığımızda, insan refah içinde yaşarken bile, nereden geldiğini bilmediği bir bunalımın içine girer. Bu sebeple çağımız bazılarınca ‘Kaygı Çağı’ diye adlandırılır. Bu umûmî evham hali insanı çıkış arayışlarına yönlendirir ve insan bulunduğu mertebede bütün kapıları zorlamaya başlar (madde/mânâ tüm varoluş imkânları). Ama bizi yükseltmeyen bütün bu arayışlar netice vermez, bir üst varoluş mertebesine ulaşmadan huzur gelmez.
Bağımlılık: Bütün bağımlılıklar (madde, davranış, sanal) aslında kurtuluş çabalarıdır. Sanki insan defalarca, bilerek çıkmaz sokağa girer ve çıkamadıkça da ölesiye sıkılır. Bu çıkışın adı ise ‘felâh’tır, yarıp geçme mânâsına gelir. Bâhusûs ergenlerde müşâhede ettiğimiz televizyon, bilgisayar ve cep telefonu bağımlılığı bu arayışın günümüzde en belirgin tezâhürüdür. Sanallık kalbi öldürür.
Depresyon: Sıkıntı, evham, bağımlılık birikim yaptığında, kişinin aslî yapısına, fıtratına göre depresyona da dönüşebilir. Esef, keder, gam halleri müzminleşir; insanlar ilaçlara bağımlı hale gelirler. Daha da ötesi, eğer çıkış (felâh) ümidi tamamen yitirilirse intiharlar artar.
Merâtib-i nefsânîde tekâmülün tıkanmasını bu üç misalle kısaca ifade ettik. Son olarak güzel ahlâk ve edebin nefs katlarında tekâmül için olmazsa olmaz ehemmiyetine bir defa daha işaret edelim. Güzel ahlâk sadece ilâhî bir buyruk, mükellefiyet değil, daha hür bir varoluşa yükselebilme açısından zarûrettir. Nefs yapısı ve dinamiğini idrak edebilmek bize bu görüşü de kazandırır. Ahlâksız psikoloji ve psikoterapi olmaz, olursa insana faydadan çok zarar veririz. Bu sebeple güzel ahlâk ve edeble yaşamayı teşvik, biz nefs sağlığı profesyonellerinin psikoterapi esnaında temel düsturu olmalıdır.
Aşk olsun.
1. Murat Kahraman, Mustafa Merter, Erkan Kalem, “İstanbul’da 15-20 Yaş Arası Gençlerde Öfke, Kaygı, Narsisizm ve Benlik Saygısı”, Yayımlanmamış Araştırma Çalışması, 2010.
2. Kevin McDonald, The Culture of Critique, 1st Books Library, 2002.
3. Rağıb el-Isfahânî, Müfredat: Kur’an Istılahları Sözlüğü, Çıra Yay., 2006, c.2, s.430.
4. İsmail H. Bursevî, Rûhu’l-Beyân Tefsîri, Damla Yayınları, c.10, s.95.
5. Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, MEB Yay., 1995, c.1, s.573; c.2, s.127.
6. Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf, Şefik Can Şerhi, Ötüken Yay., s.94, b.1302.
7. Kur’ân-ı Kerîm, Nûr sûresi, âyet 40, M. Esed Meali, İşaret Yay., 1980.
8. Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf, Ahmed Avni Konuk Şerhi, Kitabevi Yay., 2006, c.2 (Mesnevî, c.1), s.515, b.3860.
9. a.g.e, c.5 (Mesnevî, c.3), s.453, b.1611.
10. Mesnevî-i Şerîf, c.4, s.495, b.1527-1532.
11. Mesnevî-i Şerîf, Ahmed Avni Konuk Şerhi, c.8 (Mesnevî, c.4), s.267, b.2696.
12. a.g.e., c.2 (Mesnevî, c.2), s.49, b.2065.
13. a.g.e., c.2 (Mesnevî, c.1), s.354, b.3222-23-24.
14. a.g.e., c.2 (Mesnevî, c.1), s.427, b.3503-4.
15. a.g.e., c.1, b.7.
16. Mesnevî-i Şerîf, c.4, b.760.
17. Mesnevî-i Şerîf, Ahmed Avni Konuk Şerhi, c.7 (Mesnevî, c.4), s.229, b.763.
18. a.g.e., c.2 (Mesnevî, c.1), s.42, b.2037-39.
19. a.g.e., c.5 (Mesnevî, c.3), s.547, b.2065.
20. a.g.e., c.2 (Mesnevî, c.1), s.439, b.3558.
21. a.g.e., c.5 (Mesnevî, c.3), s.483, b.1819.
22. a.g.e., c.2 (Mesnevî, c.1), s.31, b.2004.
23. Beyhâkî, Kenzu’l-hakâik.
24. Müfredat, c.1, s.476.
25. a.g.e, c.2, s.826.