Türk siyaset düşüncesinin yörüngesini belirleyen muharrik unsurlardan biri de tasavvuftur; zira zihniyet dünyamıza ve sosyal hayatımıza her şeyden evvel birer kalp adamı olan sûfîlerle mutasavvıflar istikamet verir. Kalp dünyasının hükümdârı olan dervişler, hayatın hâşiyesinde dolaşan unsurların aksine insanı kendisine dolayısıyla da Allah’a götürecek yola sevk eder. Tarihî tecrübe, Selçuklu Sultânı Alâeddîn Keykûbâd’ın, “Âlemin bir vücûdda birleştiğini inkâr edenlerin, Allah’a bağlılıkları yoktur.” sözünü hayat düstûru haline getirir. Müslüman olmayı vahdet-i vücûda inanmakla kayıtlandırır. Hâdise siyasî irâdenin şahsında böyle olduğu gibi fikir âlemimizi çekip çeviren filozoflarla mütefekkirlerin şahsında da öyledir.
Siyasetin kitabını yazarak Osmanlı Devleti’nin nazarî temellerini atan Fârâbî, kemâle eren nefsin Tanrı’ya benzeyerek ve zâtından geçerek her şeyde Hakk’ı gören bir aşamaya yükselebileceğini kabul eder. “Semâ, deverânıyla; yeryüzü, rüçhanıyla; su, akmasıyla; yağmur, yağmasıyla namaz kılar.” sözünde görüleceği üzere her şeyi Allah’la irtibatlandırır. Sistemini vahdet-i vücûdcu fikriyâta zemin teşkil edebilecek unsurlar etrafında örer. İnkârı mümkün olmayan bu gerçeği, sudûr nazariyesi etrafında İslâm düşüncesinin gündemine taşır. Her şeyde sıfatlarıyla tecellî eden Allah, bütün kâinâtı kendi varlığına, ma’rifetine, ilmine, kudretine ve irâdesine delil göstermek için meydana getirir. Bilinmesine, yalnız kendisi delil olur.
Devlet idaresinde vazife almayı baba mirası şeklinde sürdüren, Sâmânî idaresinde vâlilik, Harezmşah sarayında kâdılık yapan İbn Sînâ da Horasan-Türkistan hattında teşekkül eden mistik birikimi benimser. İrfânî sisteminin temelini riyâzet hayatı üzerine kurar. İnsanın riyâzet yaparak neredeyse her şeyde Hakk’ı göreceği bir aşamaya yükselebileceğine dikkat çeker. “Bu, gönül işidir; kafa işi değil.” sözünü tecrübe eder. “Bütünüyle Hakk’a yönelmek kurtuluştur.” diyerek tevekkül zırhına bürünür. Aşk talep eyler.
Hanefî-Mâtürîdî akâidin bir mü’mini olan Yûsuf Has Hâcib’te de manzara değişmez. İslâm’ı benimseyen ilk Türk devleti sıfatını taşıyan Karahanlı sarayında bir bürokrat olan bu düşünür, Kutadgu Bilig isimli klasiğini tasavvufun istikamet verdiği bir zemin üzerine oturtur. Sembolik tiplerden biri olan Odgurmış’ın şahsında tasavvufî hayatın peşine düşer. Kutadgu Bilig’de ‘halvet-der encümen’ anlayışını esas alan bir tavrı, günün hâdisesi haline getirir.
Selçuklu Türklerinin şekillendirdiği siyasî yapı içinde İslâm fikriyatının nasıl hazmedilmesi gerektiğinin müşahhas örneklerini vererek entelektüel geleneğimizin en büyük mütefekkiri pâyesini alan Gazzâlî de hemen bütün ilimleri tasavvuf iklimine geçmeyi sağlayan bir kapı olarak görür. İhyâ’da dört mezhep imamını bir âbid ve zâhid olarak nitelendirir. Tasavvufu ikrar etmenin en yüksek şekli olan vahdet-i vücûdcu güzergâhta fikir yürütür. Selçuklu Devleti’ne vahdet-i vücûdun kapılarını açar.
Emir Timur’un himâyesine mazhar olan Seyyîd Şerîf Cürcânî, Osmanlı müderrislerinin üstâdı ve medrese zihniyetinin hocası sıfatıyla keşfe entelektüel bir alan açar. Nitekim medrese geleneği de daha kurulurken Dâvûd-ı Kayserî etrafında irfânî bir karakter alır. Entelektüel hayattaki bu damarı, Osmanlı’nın ilk şeyhülislâmı Molla Fenârî, Sadreddîn Konevî’nin Miftâhu’l-Ğayb’ına sahip çıkarak devam ettirir. İstanbul’un ilk kâdısı Şeyh Hızır Beg Çelebi de tarîkat mensûbu bir âlim unvânıyla Osmanlı îtikâd dünyasını nazmen kaleme alır. Taşköprîzâde ehl-i tarîk bir medreseli olarak Osmanlı medrese sistemini her şeyiyle eserlerinde cem eder. Hanefî mezhebinin Mevlânâ’yla şereflendiğine inanır. Şeyhleri rûhların tabîbi olarak görür. Devamlı olarak cezbe ile ihtilat hallerinin cem edilmesini idealleştirir.
Alâeddîn-i Tûsî bir derviş sıfatıyla Fâtih Sultân Mehmed’in filozofu payesini alır. IV. Murâd’ın Bağdat fethi, Şeyh-i Ekber’e cennetten gönderilen ve Konya’da Konevî’nin dâire-i hücresinde muhafaza edilen hırka ile irtibatlandırılır. Selçuklu Konya’sına gelip gittiğini bildiğimiz İbnü’l-Arabî rüyada yaptığı telkinlerle İslâmlaşmanın önünü açar. Şeyh-i Ekber, I. Ahmed’in vezîr-i a‘zamı Gazi Murâd Paşa’nın Osmanlı’yı eşkıyalardan temizleyeceğini beş yüz yıl önce Kuyucu Koca diye îmâ ve işaret ile kitabına yazar. Şeyh’in rûhâniyetinden yardım talep eden Yavuz Sultân Selîm, Mısır gazâsının müjdesini Muhyiddîn-i Arabî’den alır. Murad Molla Tekyesi’nde Fusûs ve Mesnevî okuyan Cevdet Paşa, II. Abdülhamid’e müsteşarlık yapar.
Bir cümleyle tasavvuf Mızraklı İlmihal’de fikhî çerçeveyi, Tarîkat-ı Muhammediyye’de kelâmî standartları ve zaman zaman vahdet-i vücûdcu bir güzergâha giren Cürcânî’nin şahsında da felsefî perspektifi belirler. Sosyal düzen ferdî hayata en güzel şekilde bu hatta yansır. İnkârı hiçbir şekilde mümkün olmayan bu irtibatın, en güzel örneklerinden biri de şudur: Osmanlı şeyhülislâmı İbn-i Kemâl, Yavuz Sultân Selîm Hân’ın irâdesiyle vahdet-i vücûdcu bakış açısını Osmanlı ikliminde resmîleştirir. İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini verdiği fetvâ ile tasdîk eder. Hükümdâr Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olduğuna göre Mutlak Vücûd’u isbat etmeyi Allah’tan başkasını yok bilmekle kayıtlandıran vahdet-i vücûdcu düşünce yapısı, siyasî çerçevede de hükmünü yürütmeye devam eder.
Kul Allah’ta fâni olarak bekâ bulduğuna göre, aynı şekilde Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olan hükümdâr dolayısıyla devletin şahsında da bu bekâ arayışı devam eder. Kişinin kendisini yok etmesiyle devlet var olur. Her şey husûsî bir varlığa sahip olmayıp kendi nefsiyle yok olması bakımından O’nunla birleşir. Bu vadide yol alan tarîkatlar ve cemaatler, büyük kalabalıkları şeyh ve mürşidler etrafında toplayarak onları kayıtsız şartsız devlete itaat eder hale getirirler. Bîat kademeli olarak aşağıdan yukarıya doğru çıkar, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olarak görülen hükümdâra itaat veya isyan doğrudan Allah’a itaat yahut da isyandır. Bekâ devlette fâni olmakla kayıtlanır. Belli tarîkatlar etrafında toplanan mürîdler, mânevî otorite makamındaki mürşidlerine boyun bükerek devlete itaat ederler. Hükümdâr da mürşid de Tanrı’nın yeryüzündeki vekilidir. Din ve devletin birbirini tamamladığı bir sistemde siyasî otoriteyle rûhânî otorite aynı rolü icrâ eder.
Kendine dönerek Allah’ı bulmanın en sağlam çaresi olarak görülen tarîkatlar insanları mânevî ağlarla birbirine bağlar. Mensûbîyet duygusunu pekiştirir. Avamîlikten çıkardığı ferdi, vakte kul olmaktan çıkararak toplum içinde eritir. Fert kendisini topluma bağışlar. “Ben sen gidecek, ancak Allah kalacak.” sözünü vird edinmeyi sağlar. Allah’ın kemiyetin ve keyfiyetin dar mekânına sığmayacağını; dağlar, taşlar, sular, topraklar ve âteşlerin Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve O’na hamd ettiğini gösterir; toplumu canlı tutabilecek mayanın nerede olduğunu billurlaştırır. İnsanların kendilerine dönerek benliklerini Tanrı’da eritmelerini, görünen âlemde görünmeyeni aramalarını temin eder. Mükemmellik fazîletleri fiil hâline getirmekle kayıtlı olduğuna göre bildiklerini hayata geçiren insan kemâle erer. Sözü davranış haline getiren Türklerde kâl ve hal birbirini tamamlar. Bu bakımdan Selçuklu ve Osmanlı asırlarında bir mürşide mürîd olmanın, Müslüman olmakla eşanlamlı görülmesi tesadüf değildir.
Türk tasavvuf geleneği, Osmanlı asırlarını Türk tarih ve siyaset tecrübesinin kemâl devri olarak görür. Siyaset yolunu tasavvuf yoluyla aynîleştirir. Çıkışı tasavvufî dünya görüşünde arar. İlhâm sahibi olduğuna inandığı pâdişâha hizmeti yarı sülûk değerlendirir. Onun ağzından çıkan sözleri, hakîkatte hikmet olarak vasfeder. Hâdisenin halka bakan cephesi budur. Hükümdârlara bakan cephesi ise şöyledir: Kullukta riyâset olmaz. Olsa da bu Hakk’a kul olmaya zıt değildir. Aslolan cihânın devletidir. Kanaat tükenmez bir hazinedir. “Her binânun âhiri harâb ve her âb-ı hayatun yeri türâbdır.” sözü, bir prensip gibi kabul edilir. İşte bu nedenle bir devlet adamı zamanı geldiğinde “Sultânlık olmazsa dervîşlik de hoştur.” demesini bilir. “Lokma fakrıdır, değildir fakr-ı Hak” dedirtir. Allah’ın rızâsının üstünde ulaşılacak bir makam olmadığının şuuru içinde hareket eder. Nefsi ıslâh etmekle âleme nizâm vermenin birbirinden bağımsız olmadığını aklından çıkarmaz. Münasip olan şeyin sükût ve takvâ olduğunu bildiği için hazine nedir bilmez, takvâyı koyup fetvaya yürümez. Nefsini zaptedemeyen kimsenin helâk olacağını hiç hatırından çıkarmaz.
Esasen ‘pâdişâh’ kelimesinin kökünü teşkil eden pâd; zararı def, fesâdı ıslâh eden nesnedir. Türk siyaset geleneği, hükümdârları peygamberlerin muâdili olarak görür. Fârâbî, İbn Sînâ ve Gazzâlî’nin şahsında entelektüel gelenek de tasavvufî tecrübeyi nübüvvet tecrübesinin bir devamı olarak vasfeder. Riyâzet ve mücahedenin esas olduğu sûfîlerin yolunu, peygamberlik yolu olarak nitelendirir. Nübüvvetin hakîkat ve husûsiyetlerinin ancak bu yolu tecrübe eden kişiye âşikâr olacağına dikkat çeker. Haliyle devlet başkanının kendi üzerinde kurduğu saltanat ve cür’etin halk üzerindeki saltanat ve cür’etten daha fazla olması gerektiğini bir hayat tarzı haline getirir. Bir hale asla razı olmayan nefsini öldürerek dirilir. “İnsanı Hak’tan ayıran her şeyde ziyan içinde ziyan vardır.” sözü istikametinde hareket eder. Kendi iç dünyasına hükmederek âleme nizâm verir. Bütün bunlar eski hayatın en kuvvetli tarafının ne olduğunu çok iyi gösterir.