Nûr-i Muhammed-est çün îcâd-ı kâinât
Hûn-i Hüseyn mûcib-i idâme-i âlem-est”1
Hz. Hüseyin Efendimiz’in türbedarı, Fuzûlî nam Mehmed bin Süleymân Hazretleri, Kerbelâ hâdisesini anlattığı Hadîkatü’s-Süedâ adlı eserine peygamberlere gönderilen belâları anlatarak başlar. Allah sevdiği kullarına da belâ ve mihnetler gönderebilir. Bunun gâyesi, bizlere has ve hâlis kul nasıl olurmuş göstermek ve sıkıntılara dûçar olanları teselli etmektir. Şemseddîn Yeşil (k.s.) “Belâ efendi arar.” buyurmuştur. Gerçek âşıklar “Şüphesiz sizi imtihan edeceğim.” buyruğuna “Ale’r-re’sü ve’l-ayn” deyip boyun uzatmışlar ve her birinin aşk destanı Allah kelâmının âyetlerinde kendine makam bulmuştur.
Âdem (a.s.)’in yaratıldığı toprak, üzerine otuz dokuz gün elem denizinden ve gam pınarından nem çekip durmuş, o toprağa mihnet yağmurları dökülmüştür. Vâdenin tamam olduğu kırkıncı günü sevinç denizinden nice damlalar getirilip o toprağın üzerine saçılmıştır. Bu yüzden insanoğlunun hayatı az gülmekle ve çokça ağlamakla geçer. Âdem (a.s.)’in de bağrı firkatin acısıyla kavrulmuş, ömrü âh u enîn ile geçmiştir.
Hz. Nuh da dokuz yüz sene boyunca halkının eziyetine katlanmış, bir gemi inşâ etmesi emredilmiş, su Rabbisinden aldığı emirle kavminin âsilerini tufan ile gark etmiş, mü’minleri ise sâhil-i selâmete kavuşturmuştur. Efendimiz de Ehl-i Beyt’ini Nuh (a.s.)’un gemisine benzetmiştir. O gemiye sığınanlar selâmete kavuşur ve fitnelerin dalgalarından emîn olur.
İbrahim (a.s.)’i Allah’ın dostu (Halîlullah) kılan da teslimiyeti ve “O benim halimi biliyor ya yeter!” diyerek yârinden başkasını yabancı bulma keyfiyetidir. Bu, öyle bir haslettir ki ateşi serin ve selâmetli eyler, nârı serin sulara dönüştürür. Keskin bıçağı kör eyler. “Sana emredileni yap babacığım!” diye Rabbisinin emrine tam teslimiyet gösteren bir çocuğun susuzluğuna en mukaddes su olan Zemzem’i bağışlar.
Hz. Yûsuf’un mi’râcı ise susuz bir kuyuya atılmakla başlamış, kardeşleri tarafından bir yudum su kendisinden esirgenmişti.
Onu kuyudan çıkaran, susuz kuyuya su çekmek için kova atan bir adam oldu. Yûsuf (a.s.)’un iffet gömleği Yâkub (a.s.)’un görmeyen gözlerine devâ oldu. Hz. Yûsuf ihanete, iftiraya, zincirlere, zindana sabrederek ulu makamlar elde etti, madde ve mânâ âleminin sultânı oldu. Hz. Yâkub’un imtihanı ise oğul sevgisiydi. Gamlı gönlü derdine derman oldu.2
Mûsâ (a.s.)’nın mâcerâsı henüz kundaktayken başlamış ve annesine onu bir sepet içinde Nil Nehri’ne bırakması ilham edilmişti. Mûsâ isminin bir anlamı ‘suyun çocuğu’dur. Su, onu anne gibi şefkatle kucakladı, Firavun’un sarayına kadar getirdi. Can düşmanının evinde büyüyen Mûsâ (a.s.), kavmini Firavun’un zülmünden kurtarmak için Kızıldeniz kıyısına kadar getirecek, deniz onun hürmetine bağrını yırtarak yollarını açık eyleyecekti.
Hz. Yûnus mi’râcını ‘bahr-i muhit’te (okyanus) bir balinanın karnında yaşadı. Hz. Eyyûb ise oğullarının vefatına, mal varlığının yok olup gitmesine, hastalıklarına sabırla mukabele edecek ve onu yaralarına şifâ için bir su bahşedilecekti.
En büyük çile ve mihneti ise “Ben hüznün peygamberiyim” buyuran Efendimiz çekmiştir. Kerîm vechinin hatırına bulutların rahmet indirdiği ve güneşin harâreti eziyet vermesin diye bulutların gölgelediği; Zevra’da, Hudeybiye’de parmaklarından akıttığı su ile binlerce atşana âb-ı hayat bağışlayan, suyun sâfiyetinin menba’ı olan Tâhir, Mutahhir, Mustafa’nın (s.a.s.) sevgili torunu Hüseyin ve Ehl-i Beyt’i, Kerbelâ’da susuz bırakılarak şehîd edilecektir.
Sana gül ile dokunan ümid eder mi mağfiret
Gonce-i gülşen-i saray-ı Mustafa’sın ya Hüseyn
Kerbelâ fâciası tarihte olup bitmiş bir hâdiseden ibaret değildir. Ârifler Kerbelâ’yı mânânın madde âlemine taşması olarak görürler. Halk bozulmadan yöneticileri bozulmaz. Zâlimi, zulmü alkışlayanlar yaşatır. Halkta hangi sıfatlar varsa idarecilere o sıfatlar akseder. İşte Kerbelâ’yı hazırlayan şartlar böyle teşekkül etmiştir. Kargalar ötmeye başlayınca bülbüller susmuştur. Keçecizâde İzzet Molla’nın “Bir mevsim-i baharına geldik ki âlemin, bülbül hâmuş, havz tehî gülistan da harâb” dediği gibi Hulefâ-yı Râşidîn döneminden sonra dünyevileşme ve bozulma had safhaya gelmiş, İslâm dünyasında güç, saltanat, lüks, israf, kabîle bağları hâkim olmuştur. Hz. Hasan Efendimiz, Müslümanlar arasında kan dökülmesin diye sulha muvakkaten râzı olmuş fakat onun şehâdetinden ve Muâviye’nin vefatından sonra Hüseyin Efendimiz bu gidişe bir dur demek adına kıyam etmiştir.
Muhibbî Hazretleri (k.s.)’nin buyurduğu gibi: “Her Hüseynî meşrebe Kerbelâ’dır bu âlem”… Dünya kerb ü belâ meydanıdır. Mâsivâ, ehl-i aşka bir belâ zindanıdır. Âşıklar elest bezminde “Ben Rabbiniz değil miyim?” hitâb-ı âlisine, “Belâ!”; “Bilakis, Rabbimizsin” diye cevap vermiş, bu şekilde terbiyenin bir gereği olarak dünya meydanında belâlarla imtihan olmaya rıza göstermiştir. Hz. Hüseyin Efendimiz de “Elest bezminde en ön safta belâ diyenlerdenim.” buyurmuş, şehîd olacağını bilerek yola çıkmıştır. “Men âmene bi’l-kader, emine mine’l-keder. Kadere imân eden, kederden emin olur.” buyurulmuştur. Kadere ise ancak aşkla imân edilebilir.
Hüseyin Efendimiz, Şâh-ı Merdan, Haydar-ı Kerrar Hz. Ali (k.v.) Efendimiz’in oğludur. O baba ki, Rasûlullah (s.a.s.) Medîne’ye hicret ettiğinde suikasta karşı Efendimiz’in yatağına teslimiyetle uzanmış, hatta suikastçıları beklerken uyumuştur. “Ölümden korkmuyor musun?” diye soranlara “İnsanı ölümden eceli korur.” buyurmuştur. O babadır ki İbn Mülcem tarafından şehîd edileceğini bildiği halde tam bir rıza hali ile şehâdetini beklemiştir. Avâm görmediği kaderine râzı olur, velîlerin rüchaniyeti odur ki değiştirebilecekleri kadere râzı olurlar. Mevlâm en güzelini takdir etmiştir, diye kaderinin değişmesi için duâ etmeye dahi ar ederler. Şâh-ı Velî de, değiştirebileceği halde kaderine râzı olmuş, hatta o mürüvvet sahibi, katiline süt dahi ikram etmiştir. Evlâdına; “Verdiğin sözden dönme! Ahdine hıyanet etme! Düşmanın bile olsa aldatma!” diye vasiyet etmiştir. Bu yüzden Cenâb-ı Hüseyin Kûfelilerin davetine uyup Mekke’den yola çıkmıştır. ‘Ehl-i Irak, ehl-i Şikak’ sözü darb-ı mesel olduğu ve Kûfe eşrafının güç karşısında sinen kaypak karakteri bilindiği halde ahdinden asla dönmemiş, sözünü yere düşürmemiştir.
Hüseyin’in kelime anlamı ‘güzelcik’ demektir, Yezîd ise fazlalıktır. Yezîd’in ordularının başkomutanı da Ziyad’ın oğludur ki o dahi fazlalık demektir. Nefs kesretten hoşlanır, kesret dahi vahdete perdedir. Nefs, vücûdun zâhirî ve bâtınî birçok askerini kendi hesabına kullanır, vücûd ikliminde saltanat kurmak ister, ruhu tanımaz. Nefsin esaretinden kurtulup vahdete ermek, öleceğini bilse dahi Hakk’ın hanında olmak ise insanı ‘hür’ kılar. Nefsin askerleri çoktur: Heva, heves, gadap, kibir, hubb-ı câh, hubb-ı dünya, şöhret, şehvet. Nefs azgındır, cibilliyyetsizdir. Ona esir olan da öyledir. Mekkeliler câhiliyye döneminde dahi prensip sahibiydiler. Muharrem’de savaşmazlardı. Bu azgın kâtiller câhiliyye dönemi müşriklerinden dahi daha beter bir hale bürünmüşlerdir. Müslüman bir Müslüman’a kılıç çekmez, sulh isteyen öldürülmez, düşman dahi olsa kadınlara, çocuklara dokunulmaz. Kâfir dahi olsa Allah onu insan sûretinde yarattığı için yüzüne işkence edilmez, hatta sövülmez. Halbuki Kerbelâ’da yaşanılan hâdise insaniyetin varabileceği en dip noktadır. Otuz bin silahlı askerin karşısına çoğu çocuk ve kadından müteşekkil sadece 72 mert insan çıkmıştır. İstinadı Allah olan hiçbir şeyden korkmaz. Hâin ise korkaktır. Bir avuç insan o kadar gözlerini korkutmuştur ki, güya savaş yapıyormuş gibi Ehl-i Beyt’i sudan mahrum bırakıp kuvvetlerini kırmak âcizliğinde bulunmuşlardır. Tâkatleri kesilmeden o gözü pek savaşçıların karşılarına çıkacak cesaretleri yoktur çünkü. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in “At ya Sa’d, anam babam sana fedâ olsun” buyurduğu Sa’d bin Ebi Vakkas’ın oğlu Ömer’in gözlerini Yezîd’in valilik vaadleri doldurmuş, dünyanın geçici makamları için Hazret-i Peygamber’in torununu şehîd edecek kadar alçalmıştır. Şimr, Hz. Ali’nin yanında cephede komutan olarak savaşmıştı. Şimdi taltif ve bahşiş almak ümidiyle Hüseyin Efendimiz’in mübarek başını gövdesinden ayıracaktır.
Zâhirî âlem bu fecî sahnelere şâhidlik etmiştir. Yezîd nefsimiz ise bize her gün ruhumuzu karartacak cinâyetler işletiyor. Ruhumuz susuzluktan kavruluyor ve ondan bir damla suyu esirgeyecek bahaneler üretiyor. Ma’rifet Yezîd’e lanet etmek değil, âl-i Muhammed’e salat edecek temiz bir ağıza sahip olmaktır, der büyükler.
Fuzûlî Hazretleri Su Kasîdesi’nde kendi iştiyakını Dicle Nehri’nin coşkun akışına katarak Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’e tazarru’ ve niyâzda bulunur. Hadîka’sında ise Fırat Nehri’ne şöyle sitem eder:
Evlâd-ı Mustafa’ya medet kılmamış Fırat
Geçirmesin mi yerlere anı bu infial
Devr-i felek içirdi sana kana kana kan
Ey teşne-i harâret berk-i belâ Hüseyn…
Fuzûlî Hazretleri, bu beyitte âhir zamanda Fırat’ın sularının çekileceği ve altından çıkan hazîneler uğruna savaşan insanların çoğunun öleceği hakkındaki ihbâr-ı Nebî’ye telmihte bulunur. Madem Fırat, suyunu esirgemiştir, Cenâb-ı Hakk da âhir zamanda onu yerlere geçirecektir. Su içmek üzere Fırat’a yöneldiğinde, bir lâin, damağını okla yaralayacak, Hazret-i Hüseyin Efendimiz’in fem-i mübareği kanla dolacaktır.
Felek ona su yerine kan içirmiştir. Teşne hem istekli demektir, hem de susamış anlamına gelir. Harâreti su giderir, o ise bağrı yakan belâ şimşeğidir, harârete isteklidir. İsteyerek şehâdete, Dîdar’a koşmaktadır. Su Kasîdesi’ nde de “Çeşm-i vaslun vire men teşne-i didara su” diye niyâz eyler Fuzûlî Hazretleri.
Ruz-i bezm-i Kerbelâ rah-i hata tutmuş Fırat
Kılmamış Âl-i Muhammed derdinin dermanını
Ol sebebdendir bu kim özr ile tutmuş muttasıl
Eyleyip feryad hak-i Kerbelâ dâmanını.
Kerbelâ bezminde Fırat Nehri, âl-i Muhammed’e derman vereceği yerde kıvrılıp sağa sola gitmiştir, bu yüzden mahcubiyetinden Kerbelâ toprağının eteğinden feryad eyleyerek akar. Fırat o gün Ehl-i Beyt’e su ulaştıramamanın mahcubiyeti içindedir. Yana yakıla Hüseyin Efendimiz’i aramakta, onun sine-i mübareğinde can bulmak derdindedir. Fakat yanında bulunamamıştır, bu yüzden feryad ederek, boyun bükerek akmaktadır. Fuzûlî Hazretleri, Hazret-i Hüseyin Efendimiz’in türbedarıdır, bu topraklarda yaşamış ve yine bu toprakta âlem-i cemâle göçmüştür. Onun Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem için yazdığı Su Kasîdesi’nde de beyit beyit, buram buram Hüseyin Efendimiz’in reyhan kokusu tüter.
Men lebin müştakıyam zühhad Kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelir hüşyâre su
Ben senin dudağının âşığıyım. Aşkınla mest olmuşum, şehâ-det şerbetini, sana kavuşmayı intizar etmekteyim. Suyu varsın kendilerini hüşyâr, uyanık zannedenler içsin. Kevser’i cennette bir ırmak zannedip ona sadece çok ibadetle vâsıl olurum zanneden, Hüseyin Efendimiz’i şehîd ederken “Acele edin, ikindi namazımız kaçacak!” diyen, o Kevser’in Ehl-i Beyt olduğunu, sâkisinin Hz. Ali olduğunu bilmeyen gâfiller sebeplensin bir müddet.
Şeref Hanım’ın şöyle bir beyti vardır:
Zâde-i sâki-i Kevser iken ol âl-i neseb
Bir içim suyu diriğ ettin a bi-rahm ü edeb!
“Dünyanın Allah nazarında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum su içemezdi.” buyurur Efendimiz (s.a.s.). Allah, Ehl-i Beyt’i sudan mahrum bırakanları dahi bir müddet rızıklandırmıştır. Fakat bir istisnayla: Hz. Hüseyin Fırat’ın kenarına yöneldiğinde olacak bir adam “Yazıklar olsun size, onunla su arasına girsenize!” diye Kûfe’lileri sevk eder. Hazret-i Hüseyin Efendimiz mahzun bir şekilde çadırına dönerken, bu adamın attığı ok Hz. Hüseyin Efendimiz’in damağına saplanır ve iki avucu kanla dolar. Hüseyin Efendimiz “Şikâyetimi sana arz ediyorum Rabbim, ben Rasûlullah’ın torunu ve Fâtıma’nın oğluyum!” diye âh u enîn eyler. Çok geçmeden bu adam öyle bir hastalığa dûçar olur ki ne kadar su içse suya kanamaz, çatlayarak ölür. Yine Su Kasîdesi’nde şöyle bir beyit vardır:
Dest bûsi arzusuyla ölürsem dostlar
Kûze eylen toprağım, sunun anınla yâre su
Kerbelâ toprağı âşıklar için kutsaldır. Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn buyurulmuştur. Bu toprakların sakini şehîd-i Kerbelâ Hüseyin Efendimiz’dir. Bu yüzden âşıkân-ı Ehl-i Beyt Kerbelâ’nın toprağından yapılmış defin taşını âlem-i cemâle giderken göz kapaklarının üzerine koydurmuşlardır. Yahya Kemal de şöyle der:
Ali’den doldurup iksir-i ilham
Leb-i uşşaka sundun öyle bir cam
Ki yoğrulmuş türâb-ı Kerbelâ’dan…
Âşıkların o zikreden dudaklarına her mecliste, her dâim Ker-belâ toprağı ile yoğrulmuş bir kadeh ile Hz. Ali’den tevârüs ettiği feyz iksirini dağıtır Cenâb-ı Hüseyin Efendimiz.
İki imam olan Hazret-i Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz, ki onlar kavimlerinin ulusu ve gerçek himmet sahibi idiler. O iki kutlu ve mutlu emir, o iki muhterem şehîd, o iki mazlum, Allahu Teâlâ ve Rasûl-i müctebâ ve bütün ehl-i imân indinde gâyet makbul olan o iki şehzâde, o iki güneş, o iki ay, o iki dolunay, o iki soylu ve asil insan, kaza-yi ilâhîyyeye can u gönülden râzı olan ve her belâya sabreden o iki kutlu ve mutlu emir Ebî Muhammedi’l-Hasan ve Ebî Abdullahi’l-Hüseyin’i3 ve Âl-i Abâ’yı anmak kalbe şifâ, derde devâdır. Hamse-i Âl-i Abâ’yı zikretmek nefsin beş illetine devâdır, buyurmuştur ârifler:
Lî hamsetün utfi bihâ (Şu beş şey kâfidir söndürmeye)
Harre’l-vebâi’l-hâtıma (Veba ateşi gibi olan susuzluğun harâretini)
el-Mustafa, ve’l-Murtezâ, (Onlar ki Hamse-i Âl-i Abâ olan Mustafa (s.a.s.), Hz. Ali (k.v.)
vebnâhumâ ve’l-Fâtıma (İki oğlu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ve anneleri Fâtıma’dır.)
Kerbelâ hâdisesinin gerçekleştiği Muharrem ayı ve aşr-ı Muharrem tüm tekkelerde hüzün günleridir. İslâm’da matem var mıdır, yok mudur tartışması bir kenara, böyle bir hâdiseye kayıtsız kalmak ve sâir günler gibi gülüp eğlenmek en başta insanın vefa duygusunun yıpranmış olduğunun alâmeti olmalıdır. Efendimiz “Beni Allah’ı sevdiğiniz için sevin, Ehl-i Beyt’imi de Beni sevdiğiniz için sevin.” buyurmuştur. Bunun anlamı odur ki; Allah’ı sevmek ve sevgisine mazhar olmak isteyen Ehl-i Beyt’ten dûr olamaz.
Muharrem ayında dervişler, Hz. Hüseyin’in demi aşkına az su içerler. İçecekleri zaman cam bardak yerine içi görünmeyen bardaklarda suyun tadını kahve gibi şeyler katıp bozarak içerler. İçerken de Hz. Hüseyin ve şühedâ-i Kerbelâ’nın ruhlarına Fatiha ederler. Muharrem ayında oruç tutmak çok faziletlidir. Bu günlerde fazla gülüp eğlenmemek, düğün dernek yapmamak asıldır. Tekkelerde Muharrem ilâhîleri ve mersiyeler okunur. Bendir ve kudüm gibi vurmalı çalgılar çalınmaz. Türk mûsıkîsinde Hüseynî diye bir makam bulunur. İnsanın içindeki en derin tellere dokunan, onu hüzünlendiren ve ağlatan bu makam, Muharrem ilâhîlerinin bestelerinde özellikle tercih edilmiştir. Hüseynî makamıyla ilgili Mustafa Sabri Efendi’den nakledilen şu hâtıra dikkate değerdir:
Ali Ulvi ve Mustafa Runyun, Ali Yâkub Hoca ve bir grup Yugoslavyalı Müslüman, her hafta tatil günü yaşlı Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin ziyaretindeler. Akşam ve yatsı namazlarını beraber kılıyor, şeyhülislâm efendinin sohbetinden istifadeye çalışıyorlar. Namaz vakti Ali Ulvi Bey (Kurucu) müezzinlik yapıyor. Mustafa Sabri Efendi’ye uyarak namazlar edâ ediliyor.
Bir akşam karanlığında yurdundan ve yakınlarından uzakta kalmanın verdiği hüzünler arasında edilen duâlar, çekilen tesbih ve zikirler!.. Sesin ezgisindeki hikmete bakın ki, Mustafa Sabri Efendi namazın arkasından sormak durumunda kalıyor: “Evlâdım, biraz evvel kamet getirirken, tesbih duâlarını okurken hangi makam ile okumuştunuz, biliyor musunuz?”
Ali Ulvi Bey (o sıralarda çok genç olacak) çekine çekine; “Hüseynî olacak efendim” demek durumunda kalmış. Mustafa Sabri Efendi devam ediyor: “Evlâdım, Hüseynî makamı tam bir Türk makamıdır. Hüseynî’yi dinlerken insanın gözünün önüne Anadolu’muzun viran bağları, mor dumanlı dağları, mâsum ve garip ovaları gelir.”
Meğer bunları söylerken yaşlı şeyhülislâmın gözünden yaşlar boşanıyor, sesi de titreye titreye çıkıyormuş. Ve tabiî o anda ve Mısır gibi bir diyarda, kendi ülkelerinin ve milliyetlerinin özeti mesabesindeki o küçücük cemaat de ağlamaya başlamasın mı?...”
Hz. Hüseyin Efendimiz’in şehâdeti Asr-ı Saâdet’in nihâyetidir. İkindi ezanlarının da ekseriya Hüseynî makamında okunması acayiptir. Asr vakti, dünya güneşinin guruba meyletmesine yani âhir zamana remizdir. Hüseynî makamı bir Türk makamıdır. Hz. Hüseyin Efendimiz’in hüznü, makamın seyrine sinmiş gibidir. Yahya Kemal “Anadolu’da Hüseynî, Balkanlar’da Hüzzam’dır.” der. O hüzün Balkanlar’a Hüzzam ile taşınmıştır.
Muharrem’de dervişler bir araya gelir ve Hz. Hüseyin Efendimiz’in hayatını ve başta Fuzûlî Hazretleri’nin ciğer yakan Hadîkatü’s-Süedâ isimli eseri olmak üzere Kerbelâ hâdisesini anlatan eserleri toplu olarak gözyaşlarıyla okur ve o gün içinde olan hâdiselerden bahsederler. Muharrem’de âşıklar tıraş olmazlar, kahkaha ile gülmezler, saç taramazlar. Hz. Hüseyin Efendimiz’e Cebrâil (a.s.)’in kırmızı bir cübbe getirdiği rivâyetine binâen şeyh efendiler bu günlerde kırmızı Haydariyye veya Hüseyniyye giyerler. Kırmızı, ism-i Celâl’in ve aşkın rengidir. Dervişler de koyu renk elbiseleri tercih ederler. İstanbul’un Kerbelâsı Hz. Hüseyin Efendimiz’in kerîmeleri Fâtıma ve Sekîne Hatunların kabrinin bulunduğu Kocamustafapaşa semtindeki Sünbül Efendi Tekkesi civarıdır. Her sene ilk aşûra bu merkez tekkede pişer ve İstanbul’daki diğer tekkelere ve halka dağıtılır. Sünbül Efendi Tekkesi’nde 10 Muharrem’de öğleden sonra on iki rekât ‘husâma namazı’ kılındığı ve Yazıcızâde Mersiyesi okunduğu, gecesinde de yüz rekât namaz kılınarak yetmiş bin kelime-i tevhîd çekildiği kaydedilmektedir. Tâhirü’l-Mevlevî, Sünbül Efendi Tekkesi’ndeki mukabeleleri şöyle ifade eder: “Muharrem’in onuncu günü İstanbul’da Kocamustafapaşa semtinde Sünbül Efendi Dergâh-ı Şerîfi’nde müntesibîn-i tarîkat ve muhibban-ı Ehl-i Beyt’in ictimaiyle vicdan-füruz ve ruh-efza bir mukabele icra edilir.” Anadolu da bu gün çeşitli şekillerde icrâ edilen merasimlere sahne olur. Kastamonu’da 10 Muharrem günü halk Nasrullah Câmii’nde meydanda iki taraflı dizilir. Sâkîlerin mersiye, ilâhî okuyarak dağıttığı sudan Hz. Hüseyin Efendimiz’in ruhu için Yâsîn-i Şerîf’li ve esmâ-i hüsnâ anahtarlı tastan hiç olmazsa birer yudum alırlar.
Eskiden Muharrem aylarında su dağıtan sakalar bulunurmuş. Halk, bunlara sebilci şeklinde hitâb edermiş. Sâkîler siyah sahtiyandan ceket ve potur, başlarına keçe külah giyerler, üzerine abanî sararlarmış. Bellerine yirmi santimetre genişliğinde sahtiyan kemer bağlarlar ve kemere bağlı halkalara da sarı renkli, içi yazılı taslar asarlarmış. Sol omuzlarına ucu musluklu kırba denilen bir teneke su alan meşin bir depo asarlarmış. Bu sakalardan biri çarşının bir başında diğeri öteki başında karşılıklı mersiye okurlarmış. Her fasılada taslara birer ikişer yudum su koyarlar ve halka Kerbelâ şehîdi İmam Hüseyin’in aşkına sunarlarmış.
Bu geleneğin son temsilcilerinden Hüseyin Sebilci’yi de rahmete vesile olur diye analım. Celâl Yılmaz’ın Hâfız Kemâl’den aktardığına göre Hüseyin Sebilci ve ağabeyi Mazhar, küçükken Muharrem ayında sebilcilik yapar; biri “Düştü Hüseyin atından sahrâ-yı Kerbelâ’ya” beytini okuduktan sonra, diğeri müteakip “Cibril varıp haber ver Sultân-ı Enbiyâ’ya” beytinden devam ederek, sırayla su ile beraber seslerinin güzelliğini de takdim ederlermiş. Hatta atlı tramvaylar dahi bu nağmelerin letâfetinden nasiblenmek için derhal durdurulurmuş.
Başımız top eyledik biz Şâh-ı Şehîdan aşkına
Cân-fedâ-yı Kerbelâ’yız biz Hüseynîlerdeniz
1. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in nuru kâinâtın yaratılmasına sebep olmuştur. Cenâb-ı Hüseyin’in dökülen kanı ise âlemin idam fermanıdır…
2. Zeynelâbidîn Hazretleri’ne “Neden bu kadar ağlıyorsun, sabret!” dediklerinde şöyle buyurmuştu: “Hz. Yâkub, Yûsuf (a.s.)’u kaybettiği için kırk sene ağladı. Sonunda ona kavuştu da. Ben, gözlerimin önünde bütün Ehl-i Beyt’in katledilmesini izledim nasıl ağlamayayım!...”
3. Yahya Şirvânî Hazretleri’nin Vird-i Settâr adlı evrâd-ı şerîfinin bir bölümüdür. Tercüme eş-Şeyh Muzaffer Ozak Hazretleri’nin Ziynetü’l-Kulûb adlı kitabından alınmıştır.
KAYNAKÇA
Çıtlak, Mehmed Fatih, Huzur Defteri. Sufi Kitap.
Fuzûlî, Hadîkatü’s-Süedâ/ Ermişlerin Bahçesi. Huzur Yayınları.
Köksal, M. Asım, Kerbela Faciası. Karaca Yayınları.
Yıldız, Alim, Çeşitli Yönleriyle Kerbelâ. Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2010.