Şiirin İslâm coğrafyasında çok canlı ve renkli bir mazisi vardır. Son asırlarda özellikle Türkler arasında önceki asırlara nispetle şiir, zemin ve anlam kaybetmiş olsa da son on asrın şiir zenginliği bir arada düşünülse, dünyadaki bütün ulusların gıpta edeceği bir orana sahip olduğumuz şüphesizdir. Önceki asırlarda ecdadımızın Türkçe’nin yanında Farsça ve Arapça yazdığı şiirler, modern edebiyat tarihçiler tarafından edebî mirasımızın dışına çıkarılmış, daha sonra geride kalan Türkçe şiirlerin de bilhassa Farsçayla, hatta yabancı kültürle irtibatlı olduğu şüphesi oluşturulmuştur. Bu yersiz bilim kurgu, önce Farsça ve Arapça şiirin, ardından klasik Türk şiirinin uzağına atmıştır zihinleri.
Hz. Mevlânâ, arasında yaşadığı Anadolu halkını şiir zevkiyle kendisine daha çok yakınlaştırmıştır. Ancak diğer yandan Anadolu halkının da Hz. Mevlânâ’yı şiire davet ettiğini, elimizdeki, onun altmış altı yıllık ömrüyle yarışan yaklaşık altmış altı bin beyitlik şiir dünyasının böylece cihânı sardığını söylemek dahî mümkündür. Zira o der ki; O kadar gönül alıcıyım, gönül yapmayı isterim ki yanıma gelen şu dostların canları sıkılır korkusuyla şiir söylerim, onunla oyalanmalarını dilerim. Yoksa ben nerdeyim, şiir nerde? Vallahi şiirden usanmışım ben; bence şiirden beter bir şey yok.1 Bu ifadeleri önceki vatanı için söylediği şu ifadesiyle birleştirince konu açıklığa kavuşmaktadır: Biz o ilde kalsaydık onların tabiatlarına uygun bir ömür sürer, ders vermek, kitaplar meydana getirmek, öğüt vermek, va’zetmek, zahitlikte bulunmak, ibadetlere koyulmak gibi onların istediği şeylere sarılırdık.2 Yani Anadolu ya da Konya şiir yurduydu. Mevlânâ yeni vatanının şiir zevkine değer vermişti. Yine de konumunu tanımlama çaresizliğiyle ilave etmek gerekir ki Mevlânâ’nın şairlik amacıyla şiir söylemediği, şiirine özen gösterip onu süslemediği hep söylenir ve bilinir.
Şöyle bir yorumda bulunsak garipsenmez sanırım: Hz. Mevlânâ’nın tasavvufî kişiliği şairlik özelliğiyle bir araya gelince onu hem düşüncede hem de ifadede daha güçlü hale getirmiş, dardan genişe doğru varlık âlemi, hayal âlemi ve yokluk âlemi diye vasıflandırdığı âlemlerin en genişine doğru ilerlemede bu bütünlük ona yardımcı olmuş olmalıdır. Şiiriyet anlam, lafız ve âhengi güzelleştirmeyi sağlarken, şiire ait vezin, kafiye ve kalıp engel çıkarır gibi görünmektedir. Mevlânâ bu yönde serzenişlerde bulunmakla kalmayıp yukarıda yer aldığı gibi gerçekte şiiri küçümser ifadeler de kullandı. Durumu kısaca izah etmek mümkündür. Şiirle ârifin ilişkisi, insanla dünyanın ilişkisine benzetilebilir. Âlim veya ârifin kimi zaman şiire yönelik çekincesi, anlamı yitirme korkusundandır.
Kafiye düşünürüm, ama sevgilim bana der ki; “Beni görmekten başka bir şey düşünme.”
Ey benim kafiye düşünenim! Hoşça otur. Benim yanımda devlet kafiyesi sensin.
Söz nedir ki sen onu düşünüyorsun? Söz nedir? Üzüm bağlarının duvar dikeni.
Sözü, sesi ve konuşmayı birbirine vurayım da, seninle bu üçü olmadan konuşayım.3
Ancak dünyayı aydınlatmayı başaran insan veya şiir, kulların övüncü ve öncüsü oldu, Hz. Mevlânâ gibi. Şiirin İslâm dünyasında önemli bir yeri vardı. Hz. Peygamber şiir dinledi ve şaire hırkasını hediye etti. Öğüt, hikmet ve irfan, 11. asırdan başlayarak şiirin ana konusu haline geldi. Büyük Selçuklu Devleti zamanı, Doğu şiirinin yeni anlam ve mazmunlarla buluştuğu ve büyüdüğü asırlar oldu. Ebû Sâîd-i Ebu’l-Hayr (ö. 440/1049), Senâî (ö. 525/1131?) ve Şeyh Attâr (618/1221) bu vadide öncü oldu. Sâkî, mey, kadeh ve diğerleri yeni anlamlar kazandı. Mânâ âleminin derinliği zihinleri ve ruhları sarhoş etti.
Bizim sarhoşluğumuz için şaraba veya meclisimiz için çeng ve rebabın neşesine ihtiyaç yoktur.
Sâkîsiz, güzelsiz, mutrib ve meysiz harap sarhoşlar gibi perişan ve sarhoşuz.4
Şiir, sarayların dili olmaktan çok gönüllerin dili olmaya yöneldi. Mevlânâ, bu vadinin yeryüzündeki en güçlü ve en etkileyici sözcüsü ve gönül avcısı oldu. Ancak onun vardığı bu nokta, şiiriyet açısından maziyle irtibatlı olsa da, mânâ yönünden büyük farklılıklara sahipti. Onun şiir birikiminde açıkça veya işaretlerle yer bulduğunu öğrenebildiğimiz isimler, bu gözle dikkate alınmalıdır. Burada sıralanacak isimler, gerçekte Doğu şiirinin mazisinde çok farklı özelliklere sahiptir. İslâm öncesinin ünlü şairlerinden Lebîd b. Rabî’a’dan başlayarak Arapça şiir söyleyen şairlerden Mütenebbî, Adî b. Rukâ’, Ebû Nuvâs, Farsça şiir söyleyenlerdense Senâî ve Attâr özel konumda olmak kaydıyla Kisâî, Rudekî, Firdevsî, Nizâmî, Hâkânî, Mucîruddîn-i Beylekânî, Vatvat, Edîb Sâbir, Fâhr-i Gurgânî gibi şairlerin adları Mevlânâ’nın şiir dünyası için anılmaktadır. Her halükârda Mevlânâ edebî gelenekten beslendi. Şiiri dinine ve coğrafyasına aitti. Ama gerçekte yüce yere bağlıydı.
Her nereye yönelsem O’na secde edilecek yerdir orası. Altı yönde de, O’nun dışında da Tanrı O’dur.
Bağ, gül, bülbül, semâ’, güzel; bunların hepsi birer bahane, hep aranılan istenen O’dur.5
Tabiatın ve mahlûkatın âdetâ bütün çehresiyle; yeşille, karanlıkla, yüceyle, aşağıyla, yıldızla, suyla veya diğer bir ifadeyle bülbülle, ceylanla, aslanla, av ve avcıyla ya da sevgiyle, aşkla, hicranla, yoksunlukla, özlem ve kederle yüz yüze gelme bahtiyarlığı vardır, Mevlânâ şiirini okuyanların.
Bahar geldi, bahar geldi, sarhoşlara selâm getirdi; o Güzeller Peygamberi’nden haber getirdi sarhoşlara.
Süsenin dili sâkîden sarhoşların kerametlerini -aktarıp- söyledi; O servi süsenden dinledi, ayaklandırdı sarhoşları.
Bahçe, dağ lalesinin sarhoşlara kadeh getirdiğini görünce önce meclise -saçı/şarap- saçtı, sonra meze.
Nisan bulutu gözyaşıyla kışın soğuk nefesine ne hile yaptı da perde ardından tuzağa düşürdü sarhoşları.
“Rableri onlara -pak şarab- içirir (Kur’ân-ı Kerîm, İnsan, 21/76)”ı içtiler; adı-gururu kaybettiler; sâkînin mektubu gelince ne ad getirdi sarhoşlara?
Gönüllerin buhurdanında üzerlik ve öd yakar; onun ayrılık soğuğu nezle yaptı sarhoşları.
Gir ebedî bahçeye, çık dama; zira sâkî yokluktaki gizli evden haber getirdi sarhoşlara.
Güzeller güzel elbise giyinince bahçeye gir de bak; sâkî ne gerekirse tamam getirdi sarhoşlara.
Canlara bahar getirdi, bize de sevgilinin yüzünü; bak, bütün tâlihlerden hangisini getirdi sarhoşlara.
Tâlih sâkîsi Tebrizli Şems’ten ansızın sultanın özel kadehiyle şarap getirdi âşıklara.6
Hz. Mevlânâ’nın şiiri sözcük, mazmun ve anlamlarıyla Doğu şiirini ve zevkini derinden etkiledi. Özellikle Anadolu şiiri ve düşüncesi bu anlamda özel bir yere sahiptir. Mevlânâ’yı asrımıza taşıyan ana kaynak da gerçekte Anadolu’dur. Dikkatlerin biraz dağıldığı 20. asır bunu bir derece gölgelese de bu açık bir gerçektir. Günümüzde ona yakınlaşma ve daha yakından tanıma imkânı yine bu kaynakla gerçekleşmektedir.
Konuyu az da olsa açarsak Osmanlı bilginlerinden Taşköprülü Kemâleddîn Efendi (ö. 1621)’nin babası İsameddîn Efendi (ö. 1561)’ye ait Arapça eserin çevirisindeki tanımlama galiba dikkat çekicidir: Ve yine ulemâ-i kibâr ve meşâyih-i celîlü’l-mikdârdandır ki mezheb-i Hanifîye anınla müşerref ve pür-envâr olmuşdur, Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn el-Konevî’dir.7
Hanefî mezhebinin şereflenip aydınlandığı Konyalı Hz. Mevlânâ’nın yerini, Yunus Emre (öl. 1321) kendisi ve Anadolu halkı için yedi yüzyıl kadar önce ilan etti:
Mevlânâ Hudâvendgâr bize nazar kılalı
Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır8
Gülşehrî ise 717/1317’de tamamladığı Gülşennâme (Mantıku’t-tayr)’de yararlandığı Mevlânâ’yı gönülden andı:
Şeyh Mevlânâ Celâleddîn durur
Kim cihânda ber-ale’t-ta’yîn durur
Görmedik bir er cihândan gitmedi
Ol Celâleddîn cihândan gitmedi9
20. asırda yine şiirde adı vardı, bundan öte kıyamete kadar sürecek varlığı Anadolu’nun temsilcisi Yahya Kemal tarafından tekrar ilan edildi:
Mesnevî şevkını eflâke çıkarmış nâyız
Haşredek hem-nefes-i Hazret-i Mevlânâ’yız 10
Bütün bu ifadeleri Hz. Mevlânâ’nın yaşanan günümüzü ve gönlümüzü dolduracak bir gazeliyle sonuçlandırmak yerinde olacaktır.
Gel, birbirimizin kıymetini bilelim de sonra ansızın birbirimizden ayrılmayalım.
Mademki, inançlı kişi inançlı kişinin aynasıdır, niçin aynamızdan yüz çeviriyoruz.
Cömert kişiler, dostlarına canlarını feda ettiler. İnatçılığı bırak biz de insanız.
Niçin “Kul e’ûzu” ve “Kul Huve’llâh” âyetlerini dua olarak aşkımız, sevgimiz için okumuyoruz?
Art niyetler dostluğu karartır, niçin bunları gönülden kovmuyoruz.
Ben ölünce, beni hoşça anacaksın. Niçin ölü severiz, diriye düşmanız biz.
Şimdi öldüğümü kabul et, barış yap, anlaş. Çünkü biz barışta ölüler gibi teslimiz,
Madem mezarımın üzerini öpeceksin, yanağımı öp. Şimdi ikimiz de hayattayız.
Ey gönül, ölü gibi sus. Bu dilden dolayı benlikle itham edilmekteyiz.11 ■
* Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Öğretim Üyesi
1. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, nşr. B. Furûzânfer, Tahran, 1369 hş./1990, s. 74; çev. Abdülbâki Gölpınarlı, Konya, 2001, s. 62.
2. Mevlânâ, Fîhî Mâ Fîh, çev. Abdülbâki Gölpınarlı, s. 63.
3. Mevlânâ, Mesnevî, I-III (6 defter), çev. Adnan Karaismailoğlu, Ankara, 2007, Akçağ Yay. (2. Baskı). I/1728-1731.
4. Mevlânâ, Külliyât-ı Şems yâ Dîvân-i Kebîr, nşr. B. Furûzânfer, ilk baskı I-VII, Tahran, 1336- l345 hş./1957-1966, VIII, 15.
5. Mevlânâ’nın Rübaileri, trc. M. Nuri Gençosman, Rubai nu: 206 (Şark İslâm Klasikleri).
6. Mevlânâ, Külliyât-ı Şems yâ Dîvân-i Kebîr, Gazel nu.
7. Kemâleddîn Efendi, Mevzû‘âtu’l-‘ulûm, I-II, İstanbul, 1313 h. I, 744.
8. Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı Tenkitli Metin, Ankara, 1990 (Kültür Bakanlığı Yay.), s. 82.
9. Âmil Çelebioğlu, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul, 1998 (Milli Eğitim Bakanlığı Yay.) s. 36 (Mantıkuttayr, Tıpkıbasım, TTK, Ankara, 1957, s. 71’den naklen).
10. Yahya Kemal, Eski Şiirin Rüzgârıyla, İstanbul, 1974, s. 96-97.
11. Mevlânâ, Külliyât-ı Şems yâ Dîvân-i Kebîr, Gazel nu. 62.