İnanma ve bir dîne bağlanma insanın fıtratında var olan bir şeydir. Tanrı’nın nefesi olarak cisme can veren ruh, gerçek sahibi olan Allah’ı özler ve O’nunla sevgi ilişkisi kurmayı arzular. En ilkel dînlerden en son semâvî dîne kadar ortaya konulan bütün ritüellerin esas hedefi Tanrı’nın rızasını ve sevgisini kazanmaya yöneliktir: Namaz, oruç, hac, zekât, kurban, adak ve her türlü iyilik, Allah’ın sevgisine vesile olsun diye yapılır.
Dîn Tanrı’nın bize çok yakın olduğunu bildirir. O’nun dâima bizimle beraber olduğu bilincini kazandırır. Dîndar insan, Rabbi ile beraber olmaktan dolayı son derece sevinçli, mutlu ve umutlu yaşar. Bizi canlı bir varlık, bir insan yapan ruhumuzun, Rabbimizin nefesi (üflemesi) olması, bizim her bakımdan O’na ait olduğumuzu ve O’na ne kadar muhtaç bulunduğumuzu ortaya koyar. Biz elbette madde ve beden olarak içinde yaşadığımız bu maddî dünyanın bir parçasıyız. Lâkin ruhsal yönümüzle âdetâ Tanrı’nın bir parçası gibiyiz. Bizi biz yapan ve bize ruhsal yeteneklerimizi lûtfeden Rabbimize sonsuz hamd ve minnet borçluyuz. Ana ve babamıza olduğundan binlerce kat daha fazlasıyla...
Modern hayat ve pozitif ilim, insanlığı Tanrı’nın kucağından alıp, madde dünyasının karanlık girdabına atmaya çabalıyor. Çünkü çağdaş ilim bize, bizi tanıtmıyor, bizi yaratan Rabbimiz ile nasıl bir ilişki içinde olmamız gerektiğini de öğretmiyor. İlim bize, hep bizim dışımızdaki maddî varlıkları tanıtıyor. Fizik, kimya ve elektronik alanında ortaya konulan îcâdlar, bize maddeden nasıl faydalanacağımızı öğretiyor. Lüks otomobillerden cep telefonuna kadar bize sunulan bu oyuncaklar bizi oyalayıp duruyor. Bebekler gibi, biz bunlarla oynarken, kendimizi de Rabbimizi de unutuyoruz. Niçin yaratıldığımızı hiç düşünmüyoruz. Maddî ihtiyaçların ağır baskısı altında ezildikçe eziliyoruz. Kendimizi düşünmeye ne gücümüz ne de vaktimiz kalıyor.
Kur’ân bu konuda mü’minleri şöyle uyarıyor:
“Ey imân edenler!.. Siz Allah’ı unutanlar, Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturmuş olduğu kimseler gibi olmayın. İşte öyle olanlar fâsıklardır.” (Haşr sûresi, 59/19)
Çağdaş medeniyetin insanoğlunu Allah’tan uzaklaştırmış olduğu konusunda, zamanımızın en büyük âlimlerinden en azından şu beş tanesi Whitehead, Sherington, Whittager, Hubble ve Schrödinger aynı kanaatteler. Schrödinger, Tabiat ve Eski Yunanlılar adıyla yayınladığı son eserinde isimlerini verdiğimiz bu âlimlerin hepsi adına konuşuyor gibidir. Diyor ki;
“İlim, güvenilir ve değişmez bilgiler edinmemiz yolunda ulaşabildiğimiz en yüksek seviyeyi temsil etmektedir. Lâkin ben etrafımdaki gerçek dünyaya ait ilmî bilgilerin pek yetersiz olduğuna şaşıyorum... İlim gerçekten bizim kalbimize yakın olan, bizi gerçekten ilgilendiren her şeye karşı müthiş bir sessizlik içindedir... Tanrı ve edebiyat, iyi ve kötü, güzel ve çirkin hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. İlim bazen bu sahalara ait sorulara cevap vermeye kalkışıyor ama verdiği cevaplar çok defa ciddiye alınmayacak kadar aptal şeyler oluyor.
Kısacası, biz ilmin bize kurduğu bu maddî dünyaya ait değiliz. Çünkü biz onun içinde değiliz ama onun içinde olduğumuzu sanıyoruz. Sadece bedenlerimiz ona ait... Ve bu rahatsız edici durumun sebebi, dış dünyayı inşa etmek maksadıyla kendi kişiliğimizi dışarıda bırakmamız, kendimizi bu tablonun dışında tutma gibi gayet basitleştirici bir yola sapmış olmamızdır. Şahsiyetimiz uçmuş gitmiştir, sanki ona ihtiyacımız yokmuş gibi!” (Edwin Schrödinger, Nature and the Greeks, Cambridge 1954, pp. 93)
Modern ilmin, insanın derûnî hayatına yardımcı olmaktan uzak bulunduğu gerçeğini dile getiren bu cümleler, aynı zamanda ruh dünyamızın ne kadar ihmal edildiğinin de bir nev’î itirafıdır. Modern ilim, dış dünyayı düzenleyeceğim çabasını sürdürürken insanın iç dünyasını harabeye çevirmiş gibidir. Modern yaşayış, insan hayatından dîni ve dînle ilgili hemen her şeyi çıkarıp atmıştır. Çağdaşlık açısından dîn, insanın günlük hayatta uğraş alanı içinde yer alan bir konu olmaktan çıkmış bulunuyor. Olsa olsa kilise ve câmi görevlilerinin, yani rahiplerle imamların uğraş alanı olarak kabul ediliyor.
Dîn eğitimi görmemiş ve dîne yabancı kalmış nesiller, tıpkı yüzme bilmeyen insanın derin sudan korkması gibi dînden korkarlar. Laik eğitim, nesilleri kendi dînlerinden korkar hale getirir. Başta Sovyet Rusya gibi, dîne uyuşturucu bir zehir, bir çeşit afyon gözüyle bakan ve dîn eğitimini yasaklamış olan ülkelerde, bu eğitimle yetişmiş olan aydınlar kendi dînlerine yabancılaşmakla kalmaz, üstelik azılı birer dîn düşmanı kesilirler.
Seküler dünya, toplum hayatında dîne yer vermemekle aslında bindiği dalı kendi eliyle kesmiş oldu. Çünkü dînsizlik ve inançsızlık sadece insan ruhunda boşluklar doğurmakla kalmıyor, aynı zamanda sosyal ahlâk üzerinde meydana getirdiği tahribatla toplumu da olumsuz yönde etkiliyor: Toplumsal güveni sarsıyor, iffeti, emanete riayeti, haram ve helâl fikrini yok ediyor. Büyük şehirleri arsızlarla hırsızların, banka soyucuların ve anarşistlerin insafına terk etmiş oluyor ve neredeyse yaşanmaz hale getiriyor. Devletleri, âsayiş için yüz binlerce polis görevlendirmek zorunda bırakıyor, yine de başa çıkılamıyor.
İnsan ruhu için dînin vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğu ne kadar gerçek ise, toplum düzeni ve huzuru için de o kadar gerekli ve gerçektir. Laik toplumlar, yirminci asrın başından beri bu acı gerçeği yaşıyorlar. Komünizmin hayal ettiği dünya cenneti, neredeyse hakîkî bir cehenneme dönüşmüş bulunuyor. Bu acıyı derinden yaşamış olan toplumlar daha erken uyanma şansına sahip olacak gibi görünüyorlar. Şöyle ki günümüz Rusya’sında artık genç nesiller ruhlarını kurtarma çabası ve arayışı içinde kiliselere ve manastırlara koşuyorlar.
Konumuz ruhun kurtuluşu meselesi olduğu için, söze dîn ihtiyacı ile başladık. Çünkü Mevlânâ bir dîn âlimi, Mevlevîlik de ‘Turuk-ı aliyye-i Muhammediyye’den bir tarîkattır. Mesnevî yeni bir dîn ortaya konulmak için kaleme alınmış değildir. Kur’ân’ın ve İslâm’ın hakîkatine ve ashâbın haline vâkıf olmak niyetiyle yazılmıştır. Yani Hz. Peygamber (s.a.s.)’i ve ashâbını yakından tanımak ve dînî hayatı onların yaşadığı gibi yaşamayı öğretmek için...
Tasavvufun hedefi insan-ı kâmili, yani yüksek ahlâk sahibi insanı yetiştirmektir. Ortaya koydukları mânevî eğitim sistemi ile tarîkatlar, insan yetiştiren fabrikalar olarak düşünülebilir. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Acaba ashâbın ahlâkına sahip olmadan ashâb gibi davranabilir miyiz?
Ashâb, inancı uğruna can vermeye ve her türlü fedakârlığa katlanmaya hazır bir görev ahlâkına sahip bulunuyordu. Irk ve cins ayrımı yapmadan bütün mü’minleri kardeş biliyordu. Yalan, hile, riya, hırs, haset, kibir ve bencillikten uzak yaşıyordu. Birbirine karşı son derece alçak gönüllü, küfre ve küffâra karşı da amansız bir tutum sergiliyordu.
Aslında Mevlevîliğin hedefi, İslâm’ın gayesi olan ‘insan-ı kâmili’, yani üstün ahlâklı insanı, yani Peygamber ahlâklı insanı yetiştirmektir. Derviş veya cân denilen sıradan insanları bilgi ve eğitim yoluyla üstün ahlâklı ve edebli birer kâmil insan yapabilmektir. Hz. Mevlânâ bununla ilgili olarak şunu diyor:
Çeşm bikşa vü bibin cümle kelâmullah ra,
Âyet âyet hemegi ma’ni-yi Kur’ân adebest!
“Gözünü aç da Allah kelâmı olan Kur’ân’a bak! Ve gör ki, o bütün âyetleriyle baştan sona dek edeb öğretmektedir.”
Dünya nimetlerine aşırı düşkünlük ve menfaat hırsı, zayıf iradeli insanı yırtıcı kaplan olmaya zorlar. Bu hırs, ancak Allah ve âhiret gününe imân ile dengelenebilir. Üstelik sıradan bir imânla değil, aşk ve ateş haline gelmiş, içimizi kasıp kavuran bir imânla... İşte o zaman dünya nimetlerinin geçici olduğunu anlar, onlara tapmaktan kurtulur ve Allah’a kul olmanın hazzını yaşamaya başlarsın.
Hazret-i Mevlânâ (k.s.), insanlığa, işte bu hazzı tattırmaya, ebedî saadete giden yolu göstermeye çalışıyor. Maddî hayatın yükünden ve esaretinden kurtulması ve ruhun hürriyete kavuşması için âdetâ savaş veriyor. Bütün peygamberlerin, Hz. İbrahim’in, Buda’nın, Îsâ (a.s.)’nın hepsinin bu yoldan gittiğini anlatıyor. Hazret-i Muhammed (s.a.s.)’in izinden giderek, ashâbın yaptığını yapmaya çalışıyor, ruh cephesinde nefse karşı cihâd veriyor.
Sen kendi nefsânî heveslerine esaretten kurtulmadıktan sonra, hür olmuşsun veya köle olmuşsun ne değişir. Sen aşkın, imânın ve ümidin ebedî saadetini yaşamadıktan sonra ha saraylarda yaşamışsın ha kulübede... Ne fark eder!
Seküler dünya derken, daha ziyade büyük çoğunluğu Protestan olan Avrupa ile Kuzey Amerika gibi teknolojisi gelişmiş ülkeleri kastediyoruz. Gerçi Katolik Fransızlarla İtalyanların hayata bakış tarzları da öbürlerinden pek farklı değil. Avrupalının büyük bir kısmı özellikle ve her şeyden önce zevk ve hazza hizmet eden bir ekonomiyi yeniden kurma ve genişletme yoluna gittiler. On yedinci yüzyıldan itibaren Fransa ve İtalya’da güzeli gaye edinen zarif, süslü konak ve saraylar, mobilya, ev eşyası ve yatak takımları, piyano ve diğer müzik âletleri üretimi sanayinin başlıca kollarını teşkil ediyordu. Sömürge dönemi başlayınca silah sanayii ön plana çıktı. Halen silah sanayii ile sinema, bir de ilaç ve parfüm sanayii ekonominin lider sanayi kolları arasında bulunuyor.
İşte bu durum, ‘Seküler Dünya’ dediğimiz Batı insanının hayattan ne beklediğini açıkça ortaya koyuyor. Bir serseri, gece yarısı kör bir sokakta bıçağı göğsünüze veya tabancayı alnınıza dayar da cebinizden cüzdanınızı çeker alırsa bunun adı gasp olur ve suç sayılır. Ama güçlü bir ülke güçsüz bir ülkeye bomba yağdırır, onun yer altı ve yer üstü zenginliklerini talan ederse bunun adı gasp olmaz, zafer olur(!) Hep böyle olmuyor mu? Vaktiyle Nehru; “Bundan sonra mücadele fakir ve zengin sınıflar arasında değil, fakir ve zengin milletler arasında olacak!” demişti. Lâkin nerede ve nasıl? Bunun için uyanmak yetmez, aynı güce sahip olmak gerekir.
Bir Mevlânâ hayranı olan Muhammed İkbal de şunu demişti:
Müslüman Hakk’ı gördü, dünyayı unuttu.
Batılı dünyayı gördü, Hakk’ı unuttu.
Burada gönül rahatlığı ile söyleyeyim ki, biz Türkler resmî veya sivil yollardan Mevlânâ’yı dış dünyaya tanıtmak için herhangi bir çaba göstermiş, teşebbüste bulunmuş değiliz. Mevlânâ kimsenin yardımı olmadan tek başına kendi kendisini tanıtmıştır. Arapları söz konusu etmezsek, Mevlânâ’nın en az okunduğu ve tanındığı ülkenin Türkiye olduğunu söyleyebiliriz. Pakistan’da, Afganistan’da ve İran’da Mevlânâ okunur, bilinir ve sevilir. Zaten Mesnevî’nin edisyon kritikli (tahkikli) baskısını yapan ve yayınlayan da Tahran Üniversitesi Rektörü merhum Firuzanfer’dir. İngiliz şarkiyatçısı ve İslâm kültürü ve tasavvuf tarihi araştırmacısı Reynold Alleyne Nicholson, Mesnevî’nin bu tahkikli baskısını esas alarak İngilizceye tercüme etmiştir. Bugün Batı dünyasında Nicholson’un çalışmalarına atıfta bulunmadan Mesnevî’den ve Mevlânâ’dan söz etmek hemen hemen imkânsızdır.
Daha önce Goethe, Mevlânâ’dan alıntılar yapmıştı. Ama yakın tarihte vefat eden ve 1954-1959 yılları arasında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Dînler Tarihi profösörü olarak görev yapan Annemarie Schimmel; ‘hayatımın yeni dönemindeki uzun ve çetin günlerimde acımı dindiren bir merhem’ diye nitelediği Mesnevî’yi hiç yanından ayırmadı. Başta Mevlevîlik olmak üzere, İslâm tasavvufu hakkında ciddi çalışmalar yapmakla kalmadı, ayrıca Mevlânâ’dan ilham alarak ‘Lied der Rohrflöte’ başlığı altında gazeller yazdı ve yayınladı. Burada bir başka Mevlânâ hayranı Eva de Vitray Meyerovitch’i de rahmetle anmak gerekiyor. İslâm’ın Güler Yüzü ve Güneşin Şarkısı adıyla Sayın Cemal Aydın tarafından dilimize tercüme edilen her iki eserinde Meyerovitch, Mevlânâ ve Mevlevîlikten, semâ’ âyinin mânevî ve sembolik anlamından bahsediyor.
Batı dünyasına Mevlânâ’yı tanıtan bu isimlerin kim olduklarını ve ne gibi hizmette bulunduklarını ayrıntılarıyla anlatmak isterdim. Ama bu iş bir makalenin hacmine sığmaz. Bir Fransız vatandaşı olan rahmetli Meyerovitch, Mesnevî okuyarak Müslüman olduğunu ve öldükten sonra da Konya’ya Hz. Mevlânâ’nın civarında bir yere defnedilmesini vasiyet etmiş, vefatından dört sene sonra vasiyeti yerine getirilmiştir.
Günümüz Batı dünyasında birbirinden çok farklı ve çeşitli Mevlânâ algısı olduğu söylenebilir. Ancak bunları iki ana bölümde ele almak gerekir: Birisi yukarıda isimlerini verdiğim ilim adamlarının gerçek Mevlânâ’yı anlama ve anlatma çabaları ki, bunları takdirle ve tebrikle karşılamak gerekir. Bunlar Mevlânâ’yı gerçek kimliğiyle, mesajlarında neyi amaçladığı yönüyle ele almışlardır. Bugünkü Batı dünyası, henüz Mevlânâ’yı anlayacak seviyede değildir, Firdevsî’nin eteklerinde dolaşıp duruyor, diyen Nicholson; “Peygamberler müstesna, yeryüzü Mevlânâ’dan daha büyük birinin ayağını öpmedi.” diyerek onun büyüklüğünü dile getirmiştir.
Avâm-ı nas dediğimiz sıradan insanların Mevlânâ hakkındaki algısının, ilim ve fikir adamlarının algısıyla aynı olması beklenemez. Zaten Mevlânâ hal-i hayatında da böyle bir şey beklemediğini ifade ediyor ve diyor ki;
Men beher cem’iyeti nâlân şudem.
Cüft-i bedhâlan u hoşhâlân şudem.
Herkesî ez zann-ı hod şud yâr-ı men,
Vez durûn-i men necust esra-âr-ı men.
Yani, “Ben her mecliste bulundum ve derdimi inledim durdum, iyi huylu ve kötü huylu olanlarla da düşüp kalktım. Her biri kendi anlayışına göre benim dostum oldu. Kimse içimdeki sırları anlamaya çalışmadı.”
Günümüzün Batılı insanı Mevlânâ’nın fikirlerinden ziyade, semâ’ âyinindeki mûsıkîye ve estetik âhenge ilgi duyuyor. Oysa semâ’ Hz. Mevlânâ’nın dayanılmaz vecd halini biraz olsun hafifletmek için zaman zaman başvurduğu hareket tarzından başka bir şey değildir.