Ticaretle meşgul olan bir ailenin çocuğu olarak 1145 yılında Harezm’in Hive şehrinde dünyaya gelen Ahmed, ilk tahsilini bu şehirde yaptı. Daha sonra, dinî ilimlerde derinleşmek gayesiyle ilmî yolculuklara başladı. Nişâbur, Tebriz, Hemedan, İsfahan, Mekke, İskenderiye gibi o dönemin ilim ve irfan merkezlerinde tahsil ve terbiyesine devam etti.
Dinî ilimler ve özellikle hadîs ilmiyle yakından ilgilenen Ahmed b. Ömer, hocaları ve arkadaşlarıyla yaptığı ilmî tartışmalardaki üstünlüğü sebebiyle ilk lakâbını aldı: Tâmmetü’l-Kübrâ. Kur’ân-ı Kerîm’in Nâziat sûresinde geçen bir terim (âyet 34) kıyamet için kullanılmakta ‘büyük sarsıcı olay’, ‘her şeyi alt eden felaket’ anlamına gelmektedir. Bu lakabın birinci bölümü unutulmuş ve ‘büyük’ anlamına gelen ‘Kübrâ’ kısmı kalmıştır. Türkçe’de başarılı ve üstün insanlar için kullanılan ‘Felâket adam’ ifadesi burada hatırlanabilir. Ona ‘Âyetullahi’l-Kübrâ’ diyenler de vardır.
Necmeddîn-i Kübrâ hayatının en değerli yıllarını medreselerde müderrislerle birlikte geçirirken Hive’ye yakın bir şehirde Ahmed Yesevî, Yesi/Türkistan’da kurduğu dergâhta insanlara bir başka konuyu anlatıyordu. Daha çok yeni Müslüman olmuş ve olmakta olan Türkmenlere imânı, İslâm’ı ve ihsanı öğretiyordu. Onlara bazen âyet, bazen hadîs, bazen da kendi ‘hikmet’lerini okuyordu:
Kul Hace Ahmed Hak sözini söyledi ötdi
Aynelyakin, tarîkatta bozlap ötdi
İlmelyakin, şeriatnı közlep ötdi
Hakkalyakin, hakikatdın aydım mena
***
Heyhat, heyhat saadettür ol Mustafa
Heyhat, heyhat ganimetdür ol Mustafa
Heyhat, heyhat inâyettür ol Mustafa
Kimler içun keldi Resul bildingiz mi?
***
Tarikatga siyasetliğ mürşid kerek
Ol müşide itikatlığ mürşid kerek
Hizmet kılıp pi rizasın tapmak kerek
Mundağ âşık Hakdın uluş alar imiş
Bu yıllarda Necmeddîn-i Kübrâ tasavvufî konulara -ilgi duyması bir tarafa- karşı çıkıyordu. Mutasavvıfların sesli zikir meclisleri gibi bazı davranışlarını, vahdet-i vücûd gibi bazı düşüncelerini sivri buluyor ve mevcut kültürüyle reddediyordu.
Yaşı otuz beşe yaklaştığında medrese ilimlerinde zirveyi yakalayan bu şahsa çevresi büyük bir ilgi ve sevgi gösterirken Necmeddîn Ahmed kendi iç dünyasıyla yüzleşiyordu. İçinde uzun zamandır varlığını hissettiği bir ses ona bir şeylerin eksik olduğunu söylüyordu. Medresenin, kitabın ve kalemin tatmin etmediği bu ‘ses’e ciddi olarak kulak verdi. Ve yeni bir ‘yolculuk’ kendini gösterdi.
Dizful şehrinde misafir olarak bulunurken rahatsızlandı, dostları onu İsmail Kasrî’nin dergâhına götürdü. Gece başlayan sesli zikir/semâ’ meclisi Necmeddîn-i Kübrâ’nın rahatsızlığını biraz daha artırdı. Fakat zikrin sonunda gelen huzur hali beklenen kararın verilmesine sebep oldu. Ertesi gün İsmail Kasrî’ye gidip intisab etti ve bundan sonraki ‘yolculuk’ların onun rehberliğinde olacağını kabul etti.
İsmail Kasrî kısa bir süre içinde yeni mürîdinin ilgi, bilgi ve tecessüslerini kavradı. Daha sıhhatli bir gönül eğitimi için onu Ammâr-ı Yâsir Bitlisî’ye gönderdi. Bu dergâhta sergilediği bazı davranışlar Kasrî’yi haklı çıkardı. Necmeddîn-i Kübrâ medrese ilimlerinin kendisine verdiği ‘hava’dan kurtulamamış, kibrin tehlikeli sahillerinden ayrılamamıştı.
Bu sefer Kahire’nin yolu görünüyordu. Ele avuca gelmez dervişin sükûnet bulması için Ruzbihân-ı Mısrî’nin himmeti ve hizmeti isteniyordu. İstenen hâsıl oldu. Tekrar Ammâr-ı Yâsir’in yanına döndü.
Mürşidler arasındaki Tebriz’li Baba Ferec de bu Kübrevî sofrasında ‘tuz’u olanlardan biridir. ‘Mürîd alışverişi’ yeni bir şey değildi. Mürşidler mürîdlerinin iç dünyalarının ‘fotoğraf’ını çektikten sonra gereğini yapmakta yetersiz kalabilecekleri an, onu başka yerlerdeki meslektaşlarına göndermekte hiçbir tereddüt göstermemişlerdir. Burada önemli olan kişinin yetişmesidir, şu veya bu dergâhta yetişmiş olması önemli değildir. Çünkü her mürşid her kabiliyeti gereği gibi yetiştiremeyebilir.
Kübreviyye Silsilesi
Hz. Peygamber (s.a.s.)’den Kübrâ’ya ulaşan ‘üstadlar zinciri’nde on iki imamın sekizi yer almaktadır.
Hz. Muhammed
Hz. Ali
Hz. Hasan
Hz. Hüseyin
Zeynelâbidin
Muhammed Bâkır
Cafer Sâdık
Musa Kâzım
Ali Rızâ
Marûf Kerhî
Serî Sakatî
Cüneyd Bağdâdî
Ebû Ali Ruzbârî
Ebû Osman Mağribî
Ebû Kâsım Gürkânî
Ebû Bekir Nessâc
Ebü’n-Necîb Sühreverdî
Ammar Yâsir / Rûzbihân Baklî / İsmail Kasrî
Necmeddîn-i Kübrâ
Necmeddîn-i Kübrâ’nın yaşı kırka yaklaştığında medrese ve tekke ilimlerinin tevhîdini yapmış, seyr u sülûkunu tamamlamış, kâmil bir mürşid olarak tekrar Harizm’e dönmüştü. Dergâhında öğrendiklerini öğretmeye, tecrübelerini aktarmaya, anladıklarını anlatmaya başladı.
Türkistan bölgesinin en meşhur sûfîlerinden birisi olan Ahmed b. Ömer, ikinci lakâbını aldı; ‘Şeyh velî-tıraş’: Velî yetiştiren şeyh, Allah dostu yetiştiren mürşid. Onu ‘Şeyh-i kebir’: Büyük şeyh diye kaydeden kaynaklar da vardır. Sovyet döneminde ise Köhneürgenç’teki türbenin adı ‘Şeyh Kebir Ata’dır. Fevâihu’l-cemâl’de naklettiğine göre İskenderiye’de iken Hz. Peygamber’i rüyasında görmüş ve Kübrâ’ya ‘Ebu’l-Cennâb’ (dünya ve âhiretten kaçınan) diye hitap etmiştir.
Bazı Düşünceleri
Tasavvufî yolculuğun esaslarına Fevâihu’l-cemâl’in ilk satırlarında üçlü bir tasnifle temas etmektedir. Böylece Kübreviyye’nin önem verdiği konular gündeme gelmektedir:
1. Yavaş yavaş gıdaları azaltmak. Yeme içmeyi azaltmak ruhun hürriyete kavuşması için şarttır.
2. İradeyi şeyhe teslim etmek. Mürîd çocuk gibidir, ne yapacağını bilmez. Yolun tecrübesine sahip değildir. Mürşidin tecrübesine teslim olmalıdır.
3. ‘Cüneyd-i Bağdâdî’nin tarîkatı’ olarak bilinen sekiz esasa uymak. Devamlı abdestli olmak/ Devamlı oruçlu olmak / Devamlı susmak / Devamlı halvette bulunmak / Devamlı zikretmek / Devamlı şeyhle râbıta halinde olmak /Devamlı olarak akla gelen şeyleri unutmak / Allah’tan gelen şeylere itiraz etmemek.
Kübrevî dergâhında feyizli ve bereketli gönül alışverişleri devam ederken –yukarıda işaret edildiği gibi- İslâm dünyası büyük bir âfetle karşı karşıya kaldı: Moğol istilası. Türkistan, İran, Ortadoğu ve Anadolu’yu derinden yaralayan bu ‘Celâlî Tecelli’ İslâm kültür ve medeniyetinin yol haritasını derinden sarsmış ve parçalamıştır.
Necmeddîn-i Kübrâ’nın bu zulüm karşısında takındığı tavır dikkat çekicidir. Mürîdlerini daha emin bölgelere gönderdikten sonra kendisi harp meydanına gitmiş ve putperest Moğollarla dişe-diş mücadele etmiştir.
Son anlarını tarihçiler şöyle naklediyor: Moğol askerini saçından yakalayan Kübrâ, bir üçüncü kişinin kılıç darbesiyle şehid olurken hiç kimse elini açıp askerin saçını kurtaramamıştır. Nihayet saçın kesilmesiyle hedeflerine ulaşabilmişlerdir. Bu olayı anlatan Farsça şiirin son beytinin Türkçe’si şöyledir:
Bir elden nûş edip imân şarabın
Bir elde perçem-i kâfir tutarlar
Şehâdetine düşürdüğümüz tarih şöyledir:
O bizim pîrimiz
Gönlüdür evimiz
Vefatın söylüyor
“KÜBRÂ ŞEHİDİMİZ” 618
Na’şı, harap olan Dergâh’a defnedilmiştir. Daha sonra kabir ve dergâh külliye haline gelmiştir. Günümüze ulaşan türbe Türkistan bölgesinin en çok ziyaret edilen mekânlarından biridir.
Diyanet İslâm Ansiklopedisi’nin Harizmşahlar maddesini yazan Aydın Taneri makalesini şu cümlelerle bitiriyor:
“Harizmşahların yıkılması Türk ve İslâm âlemine çok şeyler kaybettirdi. XII. yüzyılın ikinci yarısında İslâmiyet, Harizm’e komşu bölgelerden Asya içlerine doğru yayılmaktaydı. Başta Ahmed Yesevî olmak üzere Türk mutasavvıflarının gayretleri çeşitli boylar arasında meyvelerini vermeye başlamıştı. Kanglı, Kıpçak ve Kimekler İslâmiyet’i kabul ettikleri takdirde Türk-İslâm medeniyetine katkıda bulunabilirlerdi. Fakat Harizmşahların Moğol istilası karşısında yıkılması bu imkânı ortadan kaldırdı. Çok sayıda Türk, Sibirya ve Altaylar’da tecrid edilmiş bir halde eski hayatlarını sürdürmeye mahkûm oldu. Ayrıca Mâverâünnehir ve Harizm’deki ilim ve edebiyat hayatı da sona erdi. Birçok âlim ve edîb ülkesini terk edip Hindistan, Suriye, Mısır ve Anadolu’ya kaçmak zorunda kaldı.” (DİA, XVI/231).
Necmeddîn-i Kübrâ Türkistan’daki insanların dinî hayatlarına yön verirken şerîat, tarîkat, hakîkat dengesine özellikle dikkat etmiş, tartışmalı konulara girmeden rehberliğin gereklerini yerine getirmiştir:
“Şerîat gemi gibidir, tarîkat deniz gibidir, hakîkat inci gibidir. Kim inciyi elde etmek isterse gemiye biner, denize açılır ve inciyi elde eder. Bu sıralamaya uymayan inciye ulaşamaz.”
Mâide sûresinin 54. âyetinde yer alan ve Melâmî tavrı anlatan “…kınayanın kınamasından korkmazlar…” ifadesini naklettikten sonra şöyle devam ediyor: “Ashâb’a bak, bir de ondan sonrakilere bak! Aralarında bir benzerlik var mı? Bununla beraber Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadîsinde şöyle buyurmuştur: “Ümmetim yağmur gibidir. Öncesi mi hayırlıdır, sonrası mı bilinmez.” (Tirmizî, Edeb, 81)
Zikirle ilgili âyet ve hadîslere temas ettikten sonra sözü kalp gözüne getiriyor: “Zikir bir nurdur. Kalbi kapladığı ve hâkimiyeti altına aldığı zaman kalp ile kalp gözlerini de nurlandırır. Böylece daha önce görmesine engel olan karanlık yerlerde bile eşyayı bu kalp gözü ile görebilir. Nitekim ölüm döşeğinde olan bir kimse yanında hazır olanların göremediklerini görebilir. Bu konuda Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur: “İşte senden perdeyi kaldırdık. Bugün gözün ne kadar keskindir.” (Kâf, 50/22)
Necmeddîn-i Kübrâ havâtır-ı nefs olarak bilinen nefsin mesaj ve telkinlerini açıklarken şöyle diyor: “Mürîdlere gelen havâtırın en şiddetlisi budur. Çünkü nefis insanın iç dünyasının kralı gibidir. Ordusunu ise şehvet, hevâ, heves, hayvanî ruh meydana getirir. Mürîd ise o anda kördür, tehlikeleri göremez. İyi ile kötüyü birbirinden ayırt edemez. Nefis insanî bünyede, domuz hırsı, köpek düşmanlığı, panter kızgınlığı, kurt fesadı, tilki hilesi, maymun ihtirası, eşek şehveti, öküz arzusu, şeytan hilesi ve hased ateşi ile dolu olarak bulunur.”
İşte onun bir tavsiyesi: İhlaslı ol dostum. İhlaslı olduğunda kesinlikle kendini ihlas makamında görme! Çünkü bu ihlasın için bir şüphe ve şâibedir. Böyle yaparsan şeytan iç dünyana girme fırsatı elde eder. İşte onun bir tespiti: Şevk mahabbetin başlangıcıdır. Mahabbetin sonu aşkın başlangıcıdır… Aşk ise insanın içini ve ciğerini yakan bir ateştir. Aklı şaşkın kılar, yanıltır, gözü kör eder ve işitme duyusunu giderir. Büyük korkuları insana küçük gösterir. İnsanın boğazını sıkar… Vuslat ise aşk ateşini söndürür.
Türkistan merkezli bu mesajlar, bölge insanlarına yeni bir ufuk açmış, dinî hayata yeni bir coşku getirmiş, aşk ve mahabbet merkezli bir dünyanın temellerini atmıştır. Bir taraftan Yesevî dervişleri, diğer taraftan Nakşibendî dervişleri ile beraber bölge insanının iç dünyası mamur hâle getirilmiştir. Bu tohum o kadar güçlü olmuş, bu gayretin kökleri o kadar derinlere inmiştir ki, bin yıla yaklaşan süre içinde hayatiyetini hiç kaybetmemiştir. Bugün bölge insanı Ahmed Yesevî, Bahâeddîn Nakşibendî ile birlikte Ahmed b. Ömer’i de tanımakta ve anmaktadır.
XXX
Kübreviyye’nin Pîri
Köhneürgenç şehrinde cennetten köşedir bu
Necmeddîn-i Kübrâ’nın kabr-i şerîfidir bu
Gelenler dua okur gidenler ağıt yakar
Kübreviyye’nin pîri Türkistan şeyhidir bu
Usûlü’l-Aşere’si ve Fevâihu’l-cemâl
Asırlardır veriyor insana huzur, kemâl
Risâle ile’l-hâim ve Adâbu’s-sûfiye
Zaman eskitemiyor bir başka hikmettir bu
Muhabbet neşvesini Çin’e kadar taşıyan
Dinin aşk boyutunu tam tamına yaşayan
Her şeye rağmen bu ses bugün de capcanlıdır
Ders almalı insanlar çok mühim bir derstir bu
ESERLERİ - MÜRÎDLERİ
Necmeddîn-i Kübrâ eli kalem tutan sufîlerdendir. Dört eseri asırlardan beri insanların ruh eğitimine, dervişlerin gönül terbiyesine hizmet etmektedir. Bu eserleri kısaca tanıyalım:
1. Usûlü’l-Aşere
En yaygın eseri olan Usûlü’l-Aşere gönül eğitiminin on esasını açıklayan üç-beş sayfalık küçük bir eserdir. Eserin ilk cümlesi çok meşhurdur: “Allah’a ulaşan yollar yaratıkların nefesleri sayısıncadır.”
Eserin girişinde Müslümanlar dinî hayat yönünden üçlü bir kategoriye ayrılmışlardır:
1. Tarîk-i Ahyâr: İbadet ve amel-i sâlih ile dindarlığı gerçekleştirenler.
2. Tarîk-i Ebrâr: Riyazet ve mücâhede ile iç dünyalarını imar ve ihya edenler
3. Tarîk-i Şuttâr: Aşk ve cezbe ile yolculuğunu tamamlayanlar.
Bu yolun on temel esası var: Tevbe, Zühd, Tevekkül, Kanaat, Uzlet, Zikir, Teveccüh, Sabır, Murakabe, Rıza.
Bu tasnif daha sonraki yüzyıllarda tasavvuf dünyasında çok yaygınlık kazanmıştır.
Ali Hemedânî, Usûlü’l-Aşere’yi Farsça’ya tercüme etmiştir. Usûlü’l-Aşere’nin Türkçe’ye tercüme ve şerhleri varsa da bunların en meşhuru İsmail Hakkı Bursevî’nin şerhidir. Bursevî Ruhu’l-Beyân isimli tasavvufî tefsirini de kaleme alırken Te’vilât-ı Necmiye’den çok istifade etmiş, yer yer iktibaslar yapmıştır.
Bursevî’nin vefat ettiği yıl dergâhında tamamladığı Şerh-i Usûl-i Aşere’nin son cümlesini biz de tekrarlayalım: “Allah’a hamdolsun! Bu şerh Şeyh İsmail Hakkı’nın kaleminden 1137 (1725) yılında Bursa’da, Cami-i Lâmi’i Muhammediye’ye bitişik olan kütübhanede tamamlandı. Bu sofradan tadanlara, zevk alanlara âfiyetler, bu şerbetten nûş edenlere sıhhatler ola…”
Şerh İstanbul’da üç defa basılmıştır.
Usûlü’l-Aşere terceme ve şerhlerini Süleyman Gökbulut yayınlamıştır.
1. Risâle İle’l-Hâim
Rabbânî huzura çıkabilmek için zâhirî ve bâtınî temizliğin gerekliliğine işaret eden Kübrâ, bunun için de ‘on’lu bir sistem önermektedir: Tahâret, halvet, susmak, oruç tutmak, zikir, teslimiyet, hatıra bir şey getirmemek, kalbi şeyhe bağlamak, mecburiyet halinde uyumak, yemede ve içmede orta yolu izlemek.
Necmeddîn-i Kübrâ tarafından Farsça’ya çevrilen eserin Türkçe tercümesi Mustafa Kara tarafından yapılmıştır (Tasavvufî Hayat içinde, İstanbul, 1980)
İlk satırları şöyle: “Bu risâle şu nitelikteki kimseler içindir: Kınayanların kınamasından korkar, hayrette kalır, kalbi ile tasavvuf yolunu istediği hâlde bedeni ile kaçar.”
1. Adâbu’s-Sûfiyye
Tasavvufî yolculuğun adâb ve erkânıyla ilgili olarak açıklanan esaslar şunlardır: Hırka giymek, oturmak, kalkmak, dergâha giriş, misafiri karşılamak, semâ’ meclisine katılmak, yolculuk. Eser Türkçe’ye çevrilmemiştir. (Süleymaniye Kütüphanesi, Şehid Ali Paşa Ktp. No: 1188, 58b).
Açıkça görüldüğü gibi Kübreviyye’nin pîri bu üç eserinde riyâzet ve mücâhede hayatının (olmazsa olmaz) esaslarını tek tek ele almakta, âyet, hadîs ve kendi şahsi tespit ve müşâhedeleri ışığında açıklamaktadır. Bu esaslara titizlikle uyan, mürşidinin ikaz ve uyarılarına teslim olan dervişler gönül eğitimini tamamlamakta, makamları sâlimen kat ederek (menzil-i maksûda) ulaşmaktadırlar. Bu esaslar açıklanırken dikkat çeken bir konu da yemek, içmek, oturmak, kalkmak gibi maddî konuların mânevî hayat için ifade ettiği önemdir. Bu, tasavvufî hayatın bir (disiplin) hayatı olduğunu göstermekte, âdâb-ı muaşeret, insanlarla ilişkiler öne çıkarılmaktadır.
1. Fevâihu’l-Cemâl
Bir dervişin gönül gözüyle görebileceği konuları, mânâ âleminde müşâhede edebileceği gerçekleri anlatan Fevâihü’l-Cemâl ve Fevâtihu’l-Celâl tasavvuf klasiklerinin en dikkat çekici olanlarından biridir. Bir başka ifade ile tasavvuf psikolojisinin ince konularını bir dervişin kaleminden nakleden bir eserdir. Bu üslûpla kaleme alınan tasavvufî eserlerin sayısı çok azdır.
Mustafa Kara tarafından Türkçe’ye (1980), Paul Ballanfant tarafından Fransızca’ya çevrilmiştir (2002). İlmî neşrini ise Fritz Meier yıllar önce yapmıştır (Wiesbaden 1950). Kübreviyye ile ilgili çalışmalar yapan bir başka Batılı da M. Molé’dir. Eserde şu terimler üzerinde durularak dervişlere yol gösterilmektedir: Müşâhede/ Zikir/ Hatır / Zevk / Teklif düşer mi / İstiğrak /Nefis / Fenâ /Aşk /İstihlâk / Vuslat /Hâl /Makam / Vakit / Raks / Semâ’ / Humûd / Cümûd / Hüviyet / Hüzün / Gaybet / Hırka / Velî / Sekr / Tevekkül.
Necmeddîn-i Kübrâ’ya nispet edilen Aynü’l-hayât veya Te’vilât-ı Necmiye diye bilinen tasavvufî tefsir Necmeddîn Dâye’ye aittir. Bu konuda Mehmet Okuyan’ın eserinde geniş bilgi vardır.
Necmeddîn-i Kübrâ ve Kübreviyye kültürü ile ilgili olarak yapılan en son ve en mütekâmil çalışma Süleyman Gökbulut’a aittir. (İnsan Yayınları, 2010)
Türkistan’ın Güneşi
Türkistan’ın güneşi
Necmeddîn-i Kübrâ’dır
Yesevî’nin bir eşi
Necmeddîn-i Kübrâ’dır
Türkistan’ın bir gülü
Hakîkatın bülbülü
Tarîkatın sünbülü
Necmeddîn-i Kübrâ’dır
Küçük cihadın eri
Büyük cihad önderi
Gönüllerin serveri
Necmeddîn-i Kübrâ’dır
Buhara’dan Bursa’ya
Semerkand’dan Basra’ya
Ruh veren bu dünyaya
Necmeddîn-i Kübrâ’dır
HALÎFELERİ; İKİNCİ VE ÜÇÜNCÜ NESİL
Necmeddîn-i Kübrâ, Kübreviyye’nin tohumlarını attıktan sonra her insan gibi o da âlem-i cemâle intikal etti. Geriye iki tür tohum ve meyveleri kaldı: Eserler ve mürîdler.
Onun dergâhında onun sesi ve nefesiyle yetişenler, nöbeti devraldıklarında iki çeşit tohum ekmeye devam ettiler. Böylece Kübrevî mektebi yapılmaya, yapılanmaya, gönül merkezli bu sadâ Köhneürgenç’ten Doğu’ya, Batı’ya, Güney’e, Kuzey’e yayılmaya başladı. Dervişlere yeni dervişler, risâlelere yeni risâleler ilave edildi. Kübreviyye’ye mensup gönül mimarlarının en kıdemlileri ve bazı eserlerini kısaca şöyle tanıtmak mümkündür:
Necmeddîn Dâye
573/1177’de Rey’de doğdu. Bunun için Necmeddîn Razî olarak da bilinir. Tahsil ve terbiye için Horasan bölgesinden başka Mısır, Hicaz, Azerbaycan, Bağdad gibi yerleri dolaştı.
Harizm’de Necmeddîn-i Kübrâ ile tanıştı ve onun sohbet halkasına katıldı. Seyr u sülûkunu tamamladıktan sonra Moğol âfetiyle birlikte bölgede kalamayacağını anladı ve Anadolu’ya yöneldi. Erbil ve Diyarbakır yoluyla mürşidinin şehid olduğu sene Kayseri’ye ulaştı. Ünlü eseri Mirsâdü’l-İbâd’ı 1223’te Sivas’ta Selçuklu Sultanı Alâeddîn Keykubad’a takdim etti. Erzincan üzerinden Bağdad’a gitti. Bir müddet de Tebriz’de bulunan Necmeddîn Dâye 654/1256 yılında Bağdad’ta vefat etti. Kübreviyye’nin Anadolu’daki bu ilk temsilcisinin önemli eserleri de vardır:
1. Mirsâdü’l-‘ibâd mine’l-mebde’ ile’l-meâd: Farsça kaleme alınan tasavvuf klasiklerinden biridir. Bütün İslâm dünyasında tanınan ve okunan eserlerdendir. Farklı dillere yapılan tercümeleri de bunun şahididir.
a. Karahisarlı Kasım: Türkçe. 1422. II. Murad’a ithaf edilmiştir.
b. Wu Zian: Çince, 1670. Guzihen Yaodao adıyla yapılmıştır.
c. Hamid Algar: İngilizce. The Path of God’s Bondsmen from Origin to Return (New York, 1982)
d. neşr: Muhammed Emin Riyâhî, Tahran 1352.
2. Bahru’l-hakâik ve’l-ma‘ânî: Bağdad’ta bulunduğu yıllarda hazırladığı tasavvufî bir tefsirdir. Zâriyat sûresine kadar yapılan tefsiri daha sonra Alâeddîn-i Simnânî tamamlamıştır. Başka eserleri de vardır. (DİA, XXXI)
Mirsâdü’l-‘ibâd’ın tesirini göstermesi açısından Simavlı Abdullah İlâhî’nin tavrı önemlidir:
Tasavvufî terbiyesini Semerkand’da Ubeydullah Ahrar’ın yanında tamamlayan Abdullah-ı İlâhî, Balkanlar’da Vardar Yenicesi’nde 1491’de vefat etmiştir. Nakşibendiye’nin Anadolu ve Rumeli’deki ilk temsilcilerinden biri olan İlâhî, Meslekü’t-tâlibîn adlı eserinde mürîdlerin dikkat etmesi gereken özellikleri sıralarken Mirsad’dan hiç ayrılmamış ve isim vererek aynen iktibas etmiştir.
1. Tevbe
2. Zühd
3. Tecrid
4. İtikat
5. Takva
6. Sabır
7. Mücâhede
8. Şecaat
9. Bezl-İsar-Cömertlik
10. Mürüvvet
11. Sıdk
12. İlim
13. Niyaz-Tazarru
14. Ayyarlık (Yiğit, Gözüpek)
15. Melâmet
16. Akıl
17. Edeb
18. Hüsn-i hulk (iyi ahlak)
19. Teslim
20. Tefvîz (İşi Allah’a havale etmek)
Bu aynı zamanda Türkistan’da doğan bir dervişin Anadolu’da Farsça olarak kaleme aldığı bir eserin Türkçe olarak Balkanlara aksetmesi, Selânik’e ulaşmasıdır. Bir başka ifadeyle Kübrevî kültürünün Buhara, Bosna, Bursa hattında varolması, yaygınlaşmasıdır.
Mecdüddîn Bağdâdî
556/1161’de Bağdad’da veya Harizm’de doğmuş, Necmeddîn-i Kübrâ’nın yanında tasavvufî terbiyesini tamamladıktan sonra Kübreviyye’nin en meşhur temsilcilerinden biri olmuştur. Vefatının sebebi ve yılı tartışmalı olduğu gibi kabrinin bulunduğu yer konusunda da farklı rivâyetler vardır.
Eserleri
1. Tuhfetü’l-berere: Tasavvuf kültürü ile ilgili 10 konu üzerinde durulmuştur. Bir nev’î usûl-i aşere’dir. Eseri Muhammed Bakır Saidî Farsça’ya çevirmiştir. (Tahran 1368) Fritz Meier Berlin nüshasını neşretmiştir. (Fevâihü’l-cemâl içinde, Wiesbaden, 1957).
2. Selvetu’l-mürîdîn: Zikrin fazileti ile ilgili kırk bölümlük bir eserdir.
3. Risâle der Sefer: Seyr ü sülûka dair bir eserdir. (DİA, XXVII)
Sadeddîn Hammûye (v. 650/1252)
Kübrevî düşünceyi bir taraftan Şam’da tanıştığı ve ‘sonsuz okyanus’ dediği İbnü’l-Arabî’nin Vahdet-i Vücûd anlayışı ile tanıştıran diğer taraftan Ehl-i Beyt ve on iki imam konusuna önem vererek Şiî neşveye yaklaştıran Hammûye, iki önemli şahsiyetin yetişmesine de vesile olmuştur. Bunlardan biri oğlu Sadreddîn İbrahim, diğeri ise el-İnsanü’l-kâmil, Keşfü’l-hakâik ve Maksad-ı Aksâ başta olmak üzere pek çok tasavvufî eserin yazarı Aziz Nesefî’dir. El-Mısbâh fi’t-tasavvuf adlı eserinde hurûfî kültürün izlerine rastlanır.
Radıyyüddîn Ali Lala (v. 642/1244)
Kübrâ ve halîfesi Bağdadî’den feyz alan bu Gazneli dervişin mürîdi Cemâleddîn Ahmed Gurpânî, onun da mürîdi Nureddîn İsferâyinî’dir. Bu derviş de Moğol yöneticilerle yakın ilişki kurup Müslüman olmaları için gayret göstermiştir.
717/1317’de vefat eden İsferâyinî’den sonra Kübreviyye, Nuriyye ve Rukniyye adıyla iki kola ayrılmıştır. Rukniyye kolunun pîri pek çok esere imza atan İbnü’l-Arabî’nin bazı görüşlerine tenkid yönelten Alâüddevle Simnânî’dir.
Alâüddevle Simnânî (v. 736/1336)
1261 yılında Simnan’da doğan, 1336’da aynı yerde vefat eden Alâüddevle Simnânî, Kübreviyye’nin en büyük temsilcilerinden biri olup tasavvufî terbiyesini Bağdad’ta Nureddîn İsferâyinî’nin yanında tamamlamıştır. Pek çok esere imza atan Simnânî’nin yaptığı mühim işlerden biri de mürîdlerinden Ahi Ali Dostî’yi Ali Hemedânî’yi yetiştirmekle görevlendirmesidir. (DİA, II)
Ali Hemedânî (v. 787/1385)
Faaliyet merkezi olarak Keşmir bölgesini seçen ve Hinduları İslâm’a davet etmek için gayret gösteren Ali Hemedânî, yöneticilere yol gösteren Zâhiretü’l-mülûk başta olmak üzere pek çok eser kaleme alan bir Kübrevî dervişidir. En meşhur mürîdi olan İshak Huttalanî’den sonra Şiî neşveyi benimseyen Nurbahşiyye ve Zehebiyye kolları oluşmuştur.
Baba Kemal Cendî (v. 787/1385)
Türkler arasında “Şeyh Baba” diye meşhur olan bu Kübrevî dervişinin en meşhur mürîdi Kaşgar’lı Kemâleddîn Musaffevî’dir. Türkistan’ın Yesi şehri müftüsü Mecdüddîn Ahmed Mevlânâ onun halîfesi olup mühim şahsiyetler yetiştirmiştir.
Bu koldan gelen Kemâleddîn Harizmî (v. 836/1433) Mesnevî’ye Cevâhirü’l-esrâr adıyla şerh yazdığı gibi Harizm Türkçesiyle kaleme aldığı Kasîde-i Bürde şerhini Özbek sultanı Ebü’l-Hayr’a ithaf etmiştir. Daha sonraki asırlarda Ahmed Cavapurî vasıtasıyla Hindistan’a ulaşan Kübreviyye, Abdulahad-ı Sirhindî’den oğlu İmam-ı Rabbânî’ye uzanacak, böylece tesiri günümüze uzanacak olan Kübrevî-Nakşî beraberliği başlayacaktır.
Hüsameddîn Bursevî, (v. 1042/1632) Mühimmâtü’l-Mü’minîn adlı eserinde daha renkli bir bilgi vermekte ve Geyikli Baba’nın silsilesini Baba Kemal Cendî ile Kübrâ’ya ulaştırmaktadır.
Seyfeddîn Baherzî (v. 658/1259)
Mürşidi Necmeddîn-i Kübrâ tarafından Buhara’ya gidip dergâh kurmakla görevlendirilen Baherzî, Moğollarla yakın ilişki kurarak bazı üst düzey yöneticilerinin Müslüman olmasını temin eden dervişlerden biridir. Kübreviyye’nin önemli kollarından biri olan Baherziyye’nin de pîridir. Aynı aileden gelen Yahya Baherzî’nin Evrâdü’l-ahbâb adlı eseri bu gelenekle ilgili önemli bilgi ve belgeleri ihtiva etmektedir. Bu aile XIX. yüzyıla kadar tesirini sürdürmüştür.
Daha sonraki yıllarda Buhara’da Baherzî Dergâhı’nı ziyaret eden İbn Battuta, misafirlerin Farsça ve Türkçe şiirlerle karşılandığını kaydedecektir. (I/259, tercüme, Sait Aykut)
Biz de bu geleneğe uyarak Necmeddîn-i Kübrâ’nın Seyfeddîn Baherzî’yi halvetten çıkarırken kendisine hitaben söylediği Farsça beyti ve Bursalı Lâmiî Çelebî (v. 938/1531) ’nin Türkçe tercümesini aktarıyoruz:
Menem âşık mera gam sazvarest
Tû ma‘şûkî tora be-gam çe kârest
Benim âşık banadır derd ü gâm u hû
Çü sen ma‘şûksun sana bâri ne kaygu (Nefehâtü’l-üns, 487)
Necmeddîn-i Kübrâ’dan ve halîfelerinden feyz alanların sayısını çoğaltmak mümkündür. Çünkü yetiştirdiği insanlarla ilgili verilen rakamların en küçüğü altmıştır.
Bazı kaynaklara göre kendisi gibi Moğol istilasında şehid olan Tezkiretü’l-evliyâ ve Mantıku’t-tayr müellifi Ferîdüddîn-i Attâr onun mürîdidir. Nefahâtü’l-üns’ün yazarı Molla Câmî’ye göre Mevlânâ’nın babası Bahauddîn Veled de ondan feyz almıştır (s. 65). Buradan hareket eden bazı yazarlar Mevleviyye’yi Kübreviyye’nin bir kolu olarak görmüştür. Şu bilgi de buraya ilave edilebilir: Seyfeddîn Baherzî küçük oğlu Mazharüddîn Muhammed’i hürmetlerini sunmak üzere Mevlânâ’ya göndermiştir.
Yunus Emre (v. 720/1320) ölüm konusunda ders veren on altı beyitlik bir şiirinde Şeyh Necmeddîn ile Mevlânâ’yı aynı beyitte buluşturmuştur:
Fakih Ahmed Kutbuddîn Sultan Seyyid Necmuddîn
Mevlânâ Celâleddîn ol kutb-ı cihan k’anı
Karabağlı Nigârî (v. 1303/1880) ise onu Şah-ı Nakşibend ile beraber zikreder.
Nimnigeh u yek nefes âşık-ı şeydâlara
Yâ şah-ı Nakşibend u yâ Sultan-ı Kübrevî
XXX
BİZİM MÜRŞİDİMİZ
Hive’de doğarız düşmanı kovarız
Bizim Mürşidimiz Şeyh Necmeddîn’dir
Buhara yerimiz gider geliriz
Bizim mürşidimiz Şeyh Necmeddîn’dir
Ellerimiz ile gönlümüz açık
İsteyenler gelsin soframız açık
Edeb temel bizde hiç yoktur kaçık
Bizim mürşidimiz Şeyh Necmeddîn’dir
Taşkent’ten gideriz Bağdad Bursa’ya
Kimi zaman Herat bugün Bombay’a
Kazan’dan aşarız bazen Bosna’ya
Bizim mürşidimiz Şeyh Necmeddîn’dir
Mührümüzü bastık Necmeddîn, Mecdüddîn
Başı yola koyduk Sadeddîn, Seyfeddîn
Baba Kemal ile Radiyyüddîn
Bizim mürşidimiz Şeyh Necmeddîn’dir
SONUÇ
Necmeddîn-i Kübrâ’nın yaklaşık sekiz yüz yıl önce kaleme aldığı Fevâihü’l-cemâl’in son satırları bizim de son satırlarımız olsun:
“Bütün bu anlatılanlar Allah’a yönelmek isteyenler için bir misaldir. Böylece bu zevki tadanların zevki, âşıkların aşkı, âriflerin nuru, sevenlerin aşk ateşi, özlem duyanların sür’ati, vecd halini yaşayanların vecdi, mücâhede hayatını yaşayanların, keşf ehlinin meyveleri, dua ve münacatta bulunanların sırlarıyla, kurtuluşa erenlerin üslûbunu kavramak münkün olur.
Bu kitaba –Allah’a yönelenler için bir ibret vesilesi, ihlaslı olanlara da yol göstersin diye- Fevâihü’l-cemâl ve fevâtihü’l-celâl adını verdim.
La ilâhe illallah Muhammedü’r-Resûlullah diyen herkese, bütün Muhammed ümmetine dünya ve âhirette af, afiyet, mağfiret ve rahmet, bütün yaratıklara da hidâyet diliyorum.
Allah Kerîm, Mennân, Mecîd ve Hannân’dır. Allah’a hamd, seçtiği mümtaz kullarına da selâm olsun!”.
Kaynakça
Algül, Hüseyin-Azamat, Nihat, “Emir Sultan”, DİA, XI.
Emir Sultan ve Erguvan, Ed.: Enes Keskin, Bursa 2008.
Algar, Hamid, “Necmeddîn-i Kübrâ”, DİA, XXXII.
Gökbulut, Süleyman, Necmüddin-i Kübrâ, İstanbul 2010
Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliya, I-V, neşr.: M.Akkuş-A.Yılmaz, İstanbul 2006.
Kara, Mustafa, Tasavvufî Hayat (Kübrâ’nın üç eserinin tercümesi), İstanbul 1980.
Molla Câmî, Nefahatü’l-Üns, çev.: Lâmii Çelebi, neşr.: S. Uludağ-M.Kara, İstanbul 1995.
Nev‘izâde Atâyî, Hadâiku’l-Hakâik fî Tekmileti’ş-Şakâik, (nşr. A. Özcan), İstanbul 1989, II/72.
Ocak, Ahmet Yaşar, Evliya Menkıbeleri, Ankara 1984.
Okuyan, Mehmet, Necmeddîn-i Dâye ve Tasavvufî Tefsiri, İstanbul 2001.
Schimmel, Annemarie, İslâm’ın Mistik Boyutları, çev.: E. Kocabıyık, İstanbul 2001.
Şahinoğlu, Nazif, “Alâüddevle Simnânî”, DİA, II.
Şemseddin Mısrî, Yâdigâr-ı Şemsi/Bursa Dergâhları, neşr.: M.Kara-K.Atlansoy, İstanbul 1997.
Tatlıoğlu, Durmuş, Kübrevî Tarîkatının Türkmenistan’daki Etkisi”, CÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 3 (Sivas 1999).