Hz. Mevlânâ’nın yaşadığı asır bilim tarihi cihetinden mühim eserlerin kaleme alındığı bir dönemdir. Mûsıkî nazariyesine dâir tertip edilmiş eserlerin mevcûdiyeti yanında, resim, edebiyat ve bilhassa hüsn-i hat, san’atın tebarüz etmiş sahaları olarak bilinmekteydi. Hz. Pîr’in çağı, öncesi ve sonrasıyla muhakkak araştırılması îcâb eden ve Mevlevîliği anlayabilmek için gereken tarihî ve fikrî ipuçlarını bulabileceğimiz süreçtir. Bu husus bir yana Mevleviyye’nin san’atla bu kadar iç içe anılmasının en mühim sebeplerinden birisi san’atlı bir kitaba, Mesnevî-i Mâneviyye’ye sahip olmasıdır. Mesnevî aslında bir nazım tarzıdır. Bu şekilde yazılan bir kitabın edebî bir sunum şekliyle anılması, işte mesnevî budur dercesine isimlendirilmesi, san’at ve yolu bir mecrada buluşturmuştur.
Yolun kitabı, âdetâ evrâdı diyebileceğimiz eser her kelimesinde san’at, sembol, ince zevk ve letâfet arz etmektedir. ‘Dinle’ ile ve be harfiyle başlamasına bile sayfalarca şerh yazılan eser, san’atkârının hassasiyet ve feyzinin asırlardır dinleyenlerine intikaline, türlü fütûhatla devam etmektedir. Bu kadîm ve san’atlı kandil, yolunda yürüyenleri teşvik edip yetiştirmiş ve nice hoş ve sırlı âdâbın zuhûruna vesile olmuştur. Kelâma bir mûsıkî aleti olan ney temsili ile girilmesi ve mukabele-i şerîf olarak isimlendirilen âyinlerin tertip edilmesi ve bu merasim edasıyla îfâ edilen cemiyetler için eserler bestelenmesi Mevleviyye ve san’atın beraber anılmasını gerektirmiştir. Yüzlerce beste ve âyin-i şerîf, gazeller, mi’râciyyeler, saz eserleri Mevleviyye tarîkinin sâlikleri tarafından ortaya koyulmuş, Mevlevî âyinleri Türk mûsıkîsinin en asil, en san’atlı, en nadide eserleri sayılmıştır. Günümüz mûsıkî erbâbının yeni âyin-i şerîf besteleri hususunda gayretleri de devam etmektedir. Mukabele-i şerîfin Avrupa ve Amerika’da icra’ının yapıldığı mekânlar, memleketimizde yabancı yerli izleyicilerle dolup taşan semâhâne ve salonlar hem işin san’at yönünü hem de kadîm kültürün takdimini merak edenleri ağırlamaktadır. Mevlevî mutrip heyeti, sazları, besteleri, âyin ve mukabeledeki sembolizm izleyenlerin ve sese kulak verenlerin gönlüne ferahlık ve huşû nakleder. Mesud Cemil Bey’in Mevlevî mûsıkîsinin Türk müziğinde bir mektep ve istiklalini almış bir üslûp olduğu görüşü san’atın içindeki husûsî yerini ne güzel tarif eder.
Hz. Mevlânâ’nın şiir ve mûsıkîden haz aldığını, san’attaki inceliğin hakîkî san’atkârı hatırlattığından güzel şeylerle vecde kapıldığını ve coştuğunu kaynaklar nakleder. Daha yolun başından îtibâren bir zevk-i mânevî ile san’ata bir meyil olduğunu görebiliriz. Şehabettin Uzluk 1957’de yayınlanan Mevlevîlikte Resim Resimde Mevlevîler adlı kitabında resim ve san’atı çok iyi bilen Hz. Pîr ve sonrakileri anlatmaktadır. 13. asırdan 19. asra kadar çok sayıda san’atkâr yetiştiren ocak bu hususta diğer tarîkler arasında tebârüz etmiştir. Kaynaklardan istifade edilerek hazırlanan kitapta; Sultan Veled’in ‘bir kimse bir san’atı kendi kendine senelerce uğraşıp öğrense bile eksik olacağı, fakat bir ustadan bir lahzada tâlim edilen şeyin senelerce kendi çalışmasıyla hâsıl olamayacağı’ kanaatleri açıklanmıştır.
Sultan Veled’e göre çeşitli üslûplar bilen nakkaşın san’atı diğerlerine kıyasla çok yüksektir ve san’atkâra hizmet etmeden san’at kâmilen öğrenilemez. Gürcü Hatun’un Hz. Pîr’in resmini yaptırmak için izin alması ve ressam Aynüddevle’nin her bakışında ayrı güzellikler görüp defalarca resim çizmesi rivayetleri de hatırlatılır.
Pek çok Mevlevî ressamın karakalem ve minyatür eserlerinin Avrupa müzelerinde ve koleksiyonerlerde bulunduğu bilinmektedir. Evliya Çelebi de bazı Mevlevî ressamlardan medh ü senâ ile bahsetmektedir. Hz. Mevlânâ, semâ’ eden dervişler, mutrıb heyeti, ney üfleyen dervişler, yeşil kubbe ve semâhâneler önemli ressamların eserlerine de konu teşkil etmiştir. Avrupalı birçok meşhur ressamın eserlerinde de Mevlevî tarîkinin ihtifal, kıyafet ve edevâtıyla asırlardır san’atkârı cezbedici niteliklere sahip olduğunu görebiliyoruz. Levnî’nin Surnâme’sinde Mevlevî dervişleri ve dedeleri resmedilmiş, birçok minyatürde semâ’, tekke, türbe ve Yeşil Kubbe tasvir olunmuştur. Bu eserlerin resim san’atı değerleri yanında belge niteliği taşımaları da mühimdir.
Semâhânenin özel tasarım bir mimârîsi ve yazı programının olması da Mevleviyye’nin san’atla anılması bahsinde değerlendirilmelidir. Farklı bir mukabele tarzının mevcudiyeti bu âyinin yapılacağı mekânın mimârîsinin husûsî ele alınmasını gerektirmiştir. Semâhâne mimârîsi, tekke yapıları arasında değişik karakter arz etmesi ve mekân fonksiyonları açısından san’at tarihçilerinin dikkatini çekmektedir. Matrakçı Nasuh’un Konya tasvirlerinde Alâaddîn tepesinin mimârî eser zenginliği yanında, Hz. Pîr Türbesi etrafındaki tesisler ve kayıpların açıkça görülebilmesi, Mevlevîliğin mimârî tarihi açısından minyatürlerin de ele alınması ve vesika özelliklerinden faydalanılması gerektiğini hatırlatmaktadır. Mevlânâ Türbesi’ni Osmanlı döneminde anlatan kaynaklarda tezyinâtın letâfeti ve insanı vecde sevk eden inceliği yer almaktaydı.
Tâc, külâh, tennûre, elifî, haydariye, hırka ve benzeri kıyafetler Kalenderîlik ve fütüvvetle irtibatlı görülmekle beraber, tarîkatın kuruluşundan sonraki asırlar içinde şekillendiği bilinmektedir. Tâcından destârına, tennûresinden kuşağına hatta tıraşına kadar özel düşünülmüş ve çeşitlendirilmiş derviş ve şeyh kıyafetleri zarif ve san’atlı tasarımlarıyla görenleri bugün bile cezbetmektedir. Eski kıyafetler günümüzde çeşitli müzelerde sergilenmektedir. Âlim, şair, tabib, müzehhib, ressam, oymacı, mûsıkîşinas, bestekâr, mücellid ve hattat birçok Mevlevî dervişi mâneviyatlarını maddî hünerleriyle süslemişlerdir. Birçok kitap san’atkârının kendine has üslûplarıyla eserlerinden bazıları Mevlânâ Müzesi’ndedir. Yine birçok mûsıkî aleti, üzerlerindeki değişik teknik ve üslûptaki süslemeleriyle müze envanterlerine kaydedilmiştir.
Mevlevîlik denince san’at cihetinden haklı olarak ilk akla gelen hep hüsn-i hat olur. Tarîkatın san’atlı bir kitabının olması ve içindeki nutkun hem kitap hem çeşitli tasarımlarla levha yapılması dâimâ gözler önünde gönüllere hitâb eden eserlerin zuhûr etmesine vesile olmuştur. Hz. Pîr’in ism-i şerîf levhaları, Mesnevî’den beyitlerle ta’lîk mâil kıtalar, Mevlevî tâcı şeklinde istifler, semâzen görüntüsünde yazılar Mevlevî olmayan hattatların dahi eserler verdiği formlar olarak dikkat çeker. “Mevlevîlik ve Hüsn-i Hat” konusunda Uğur Derman ve Merhum Hattat Ali Alpaslan Hocaların çalışmaları meraklılarını aydınlatmaktadır. Hocalar Mevlevî hattatlara yer verip kendi üstadları olan Hezarfen Necmeddîn Efendi’yi husûsî bir şekilde anlatmışlardır. Hattatlar arasında Mevlevîlerin tarîk ile alâkalı eserlerinin çokluğu ve letâfeti âşikârdır.
Derman Hoca’nın, “İçtimâî hayatımıza dergâh terbiyesinin hükümran olduğu geçmiş yüzyıllarda hat san’atı mahsülleri de bu anlayışı nazarlardan gönüle aktaran bir vazifeyi üstlenmiştir. Bir tarîkat mensubunun gözü önünde duran ism-i pîr levhası ‘Mürşid önünde mürîd, gassal önününde meyyit gibidir.’ telakkisine bağlı olanlar için herhalde mânevî râbıtayı sağlamakta rehberlik ediyor.” tesbiti bu husustaki nezaketi ne hoş îzâh ediyor. Hat alet ve edevâtında Mevlevî remizleri ve bilhassa maktalar üzerindeki tâc-ı şerîfler, koleksiyonların nadide parçalarıdır. Mevlevî ustalar, dergâha vâridât kaydedilmek üzere; kalemlerin ucu açılırken yatırılan maktaları dantel gibi işleyerek yapmışlardır. Kalemin terbiye için yatırıldığı, teslim edildiği ve ucunun ıslah edildiği makta ile Mevlevî tarîki ve şeyhinin dervişâna verdiği edep arasında münasebet kurulabilir. Zira Mesnevî’nin mümessil unsuru ney ile yine kamıştan mamul kalem arasındaki irtibat da düşünülünce bu alâka teşhis edilebilir.
Her tarik gibi Mevleviyye de tarih, edebiyat, musiki ve sanatı asıl derdi anlamaya ve anlattmaya vesile görmüş, müntesiblerine bu sahalarda ihtisas ve zevkler tavsiye edip özendirmiştir. Aslında yolun büyükleri kendi çağlarında yaptığı düzenlemelerle Hz. Piri tanıtma, dikkat çekme ve bir vesileyle buluşturma gayreti içinde olmuşlar ve nazarları celb eden renkler icad etmişlerdir. Mesnevî’den zuhûr eden aşkın türlü san’atlarla meşkedildiği Mevlevîlik, sâliklerine rikkat, nezaket ve letâfet arz eden irfânı veren, dervişlik mesleğini san’atkârane seyrettiren mecralardan biridir. Merhum Süheyl Ünver Hoca’nın tâbiriyle mevlevîhâneler, geçmiş dönemlerin güzel san’atlar akademisi rolünü üstlenen mekânlardır. Tabiî, san’at ve yol maksud değildir. Bunlar maksûda ve ma’bûda ulaşmaya vesile edilirse hakîkî lezzeti bulmak mümkündür.
Hz. Pîr bütün ustalara ve san’atkârlara ders olan hikâyesinde, yarışan iki san’atçı grubunu tavsif etmektedir. Bir grup türlü mesârif ve boyalarla kendilerine verilen duvarı bezerken diğeri duvarlarını tertemiz, parlak ve pürüzsüz yapmaya gayret etmiş ve müsabakayı kazanmıştır. San’atkârın aslında irfânı, ahlâkı, tecrübesi ve dâimâ terbiyeyi kabulü, ondan yansıyanı bedîî kılar. Mevlevîliğin Hz. Pîr referanslı resmî san’at görüşü bu olsa gerektir. Akl-ı selîm, zevkini de selîm ister. Düşünülüp tasarlanan şey, doğru tartan idrâke latîf geliyorsa hisse ve ibret serdeden kıymetli eser olur. Ve san’atkâr, yalnız Hak Celle’ye kalb-i selîmin, bozulmamış sağlam niyetin ulaşacağı şuûruyla muhatabına ayna olur.
*Doç. Dr., Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk Sanatları Bölümü.