Mevlevîlik, gerek tasavvuf doktrin ve tarihi açısından gerekse içinde yaşadığımız coğrafyanın kültürel değerleri açısından son derece önemli bir mânevî mekteptir. Dolayısıyla bu mânevî mektebin âdâb ve erkân noktasında dayandığı ilkeler, bu âdâb ve erkân çerçevesinde uyguladığı tasavvufî eğitimin kavramları mânevî ve kültürel değerlerimizin farkına varmak adına büyük önem taşımaktadır. Bu kavramların hemen tamamı insan terbiyesine, nefis tezkiyesine yöneliktir. Bu anlayışta geleneksel tasavvufun halvet, uzlet ve riyâzet gibi seyr u sülûk metodlarına ilaveten hizmet ve sohbet ile âdâb ve erkâna riâyet gibi esaslar öne çıkmaktadır. Ciddî bir disiplin anlayışı, nezâket ve nezâhetle birleştirilen bu kavramsal arka planın hedef ve gâyesi ham ve nâkıs bir insandan aşk ateşiyle pişerek olgunlaşmış, varlığı idrak etmiş, ‘cân’ olmuş, hakîkate uyanıp âgâh olmuş, zengin ruh dünyasına sahip bir varlık, yani insan-ı kâmildir. Burada tasavvufî hayatın tüm özelliklerini bünyesinde barındıran bu kavram dünyasında, günümüz fert ve toplum hayatına yön ve şekil veren bir medeniyet özü söz konusudur. Bu makalede bu zengin kavram dünyasından ‘deryadan damla misali’ bazı örneklere yer verilmeye çalışıldı.
ÂBRÎZCİ: Mevlevî tekkelerinde abdesthâne temizleyicilere verilen isimdir. ‘Âbrîzci’ kademhâneleri temizler, helâların, şadırvanın, muslukların temizliğine bakardı. Mevlevî tekkelerinde abdesthâne temizleyicilere ‘kennâs’ da denilirdi. Arapça bir kelime olan kennâsın lûgat mânâsı ‘süpürücü’ demektir. Süpürücü, ferrâş, kenîse hâdimi ve çöpçü gibi anlamlara da gelmektedir. Bu görev Nizâmeddîn Dede’nin verdiği bilgilere bakılacak olursa hizmet ve çilesini tamamlamak üzere olan dervişin zor ve nefse güç gelen böyle bir görevle son defa imtihan edilmesidir.
ÂGÂH ETMEK, ÂGÂH OLMAK: Mevlevî geleneğinde bir kimse uyandırılırken hafifçe yastığına vurularak ‘uyan, kalk’ yerine, yavaşça “Agâh ol erenler!” denirdi. Mevlevîlerde uyuyan kişiyi hafifçe seslenerek uyandırmak tarîkat edeblerindendir. ‘İç meydancısı’nın vazifesi sabahleyin erken kalkmak, dedeleri ‘âgâh etmek’ yani uyandırmaktı. Her dedenin hücre kapısına hafifçe vurur, “Destûr, âgâh ol yâhû! Âgâh ol dedem!”, “Derviş... Âgâh ol!” diye seslenirdi. Ya da odaya girilmişse uyuyan kimsenin hafifçe yastığına sağ elin parmak uçlarıyla vurulur ve yavaş bir sesle, adıyla hitâb edilerek uyandırılırdı.
ÂSİTÂNE: Bir tarîkat pîri yahut tarîkat büyüğünün yattığı büyük tekkeler hakkında kullanılan bir tâbirdir. Farsça ‘âsitân’ kelimesinden türetilmiş olup, ‘eşik’ ve ‘dergâh’ demektir. Ayrıca pâyitaht ve merkez-i saltanat anlamları da vardır. Türkçede tekke şeklinde söylediğimiz, Farsça tekye kelimesi de ‘dayanılacak yer’ anlamındadır. Mevlevî ıstılahında çile çıkarılan büyük tekkelere ‘âsitâne’ denilir, küçük Mevlevî tekkeleri ise ‘zâviye’ tâbir olunurdu. Zâviyelerde hizmet etmek çile çıkarmak sayılmazdı. Zâviye aynı zamanda yerleşim merkezleri dışında kalan, gelip geçen yolcu dervişlerin konaklaması amacıyla yapılmış tekkelerin adıdır.
AŞK OLSUN: Selâmlaşma şeklidir. Tasavvuf geleneğinde bu tâbir bazen, karşılıklı ve tamamlayıcı tâbirlerle uzatılmıştır. “Aşk olsun.” sözüne muhâtab olan, “Aşkın cemâl olsun.” derdi. Bu söz üzerine “Aşk olsun.” diyen, “Cemâlin nur olsun.” der ve “Nûrun alâ nûr olsun.” cevabını alırdı.
AŞK U NİYÂZ, AŞK ETMEK: Selâm anlamınadır. Şeyh veya dede yahut da birisi, ihvândan birini sorarsa bu soruya karşılık “Selâmı var.” yerine soranın derecesine göre “Aşk u niyâz ederler.” denilirdi. Şeyhe veya dedelerden yahut da ihvândan birine selâm gönderilirken “Aşk u niyâz ederim.” veya “Aşk ederim.” denirdi.
ATEŞBÂZ-I VELÎ MAKÂMI: Kazancı postu da denilen meydân-ı şerîfte kazancı dedenin oturmasına mahsus postun adıdır. Beyaz renkli olan bu post, matbâh-ı şerîf kapısının tam karşısına tesâdüf eden yerde serilidir. Ateşbâz-ı Velî Makâmı da denilen bu beyaz post, meydân-ı şerîfteki -birisi kırmızı- olan iki posttan birisidir. Kırmızı posta da, Sultan Veled Makâmı denirdi.
ATEŞBÂZ-I VELÎ OCAĞI: Mevlevîhânelerde ‘lokma’ denilen tekkeye mahsus yemeğin pişirildiği ocak. Tek matbâhı olan tekkelerde en baştaki ocak Ateşbâz-ı Velî Ocağı kabul edilir ve lokma o ocakta pişirilirdi. O esnada maaşlı aşçı matbâhta bulunamazdı.
ATEŞBÂZ-I VELÎ: ‘Ateşbâz’, Farsça ‘ateşle oynayan’ demektir. Bu sıfatla Mevlevîlikte özellikle Sultânü’l-ulemâ Bahâeddîn Veled ve oğlu Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’ye hizmet eden Muhammed Hâdim (ö. 684/1285) kastedilmektedir. Meram yolu üzerinde bir türbede medfûndur.
AYAK MÜHÜRLEMEK: Şeyhin huzuruna gelen mürîdin, sol elini sağ omuzuna, sağ elini de sol omuzuna bağlayıp, sağ ayağının başparmağını sol ayak başparmağı üzerine koyarak hürmet ve saygı ifade eder bir vaziyette durmasıdır.
AYAKÇI: Mevlevîlikte matbâh vazifeleri ile ilgili tâbirler-dendir. Hizmete giren dervişin ilk merhalesidir ve matbâh hizmetlerindendir. Mevlevîlikte ilk terbiyenin verildiği yer olan matbâhta ayak hizmetlerinde bulunan kimsedir. Herkes ona hizmet buyurabilirdi, yeni gelen ‘cân’dır. Ayakçı ortalığı süpürür, abdesthâneyi yıkar, umûmî bir tâbirle ayak işlerinde kullanılırdı.
AYNÜ’L-CEM: Mevlevî mukâbelesi denilen resmî âyin şeklinden başka âyin-i cem ya da aynü’l-cem denilen bir âyin tarzı daha vardır. Bu âyin, mevlevîhânenin semâhânesinde değil, meydân-ı şerîf denilen bölümünde yapılır. Âyin-i cem genellikle geceleri yapılan bir merasimdir. Bu merasime sadece dedeler değil, muhibler de katılabilirdi.
BAŞ KESMEK: Mevlevîlerde, ayak mühürleyerek başını öne doğru eğmek. Ta’zîm ile selâmlamak.
BERK-İ SEBZ: Mevlevîlikte, dergâha veya ihvânına ziyarete giden kişi, eli boş gitmez, bazı hediyeler götürürdü. Dervişler, semâzenler ve mutrib heyetine makâm ya da imkân sahibi bir muhib tarafından sunulan hediye, akçe ve değerlere de bu isim verilir.
BİN BİR GÜN ÇİLE: Çile kelime olarak, Farsça kırk demek olan ‘çehl’ kelimesinden gelmektedir ve ‘erbaîn çıkarmak’ yani, kırk gün dünyadan el çekmek, münzevî bir şekilde ibâdet etmek, zikir ve evrâd ile meşgul olmak anlamına gelmektedir. Ancak Mevlevî çilesi, kırk gün değil, tam bin bir gündür. Çile, matbâh-ı şerîfte daha önceden belirlenmiş, husûsî kurallara bağlanmış erkân ve âdâbıyla bin bir gün hizmet etmek demektir. Mevlevîlikteki bin bir günlük çile tasavvufî bir seyr u sülûk ameliyesidir. İnsan terbiyesine, nefis tezkiyesine yöneliktir.
BULAŞIKÇI DEDE: Mevlevî tarîkatı tâbirlerinden olup, matbâh-ı şerîfin oldukça mühim vazifelerinden biri sayılırdı. Beraberinde dergâhın vaziyetine göre yardımcıları bulunurdu. Yemek kapları mutfakta yıkanırdı. Kaşıklar da büyük bir dikkatle yıkanıp kurulanırdı. Somatların temizliğine bilhassa çok önem verilirdi. Küçük bir dergâhtaki bulaşıkçı dede temizlik işlerini kendisi yapar, büyük dergâhta ise maiyetindekilerin gördükleri bu işleri mütemadiyen takip ederdi.
CÂN: Cân, henüz mutfakta çile çıkarmakta olan dervişlere denilirdi. Mevlevî âsitânesinde mübtedî cân, saka postunda -Mevlevî çilesinin başlangıç durağı mâhiyetindedir, ilk kabul mekânı sayılır, çile bahsi ele alınırken hakkında bilgi verilecektir.- üç gün oturup çileye devam edip etmeyeceğini, hizmet için bu dergâhta kalıp kalmayacağını düşünür, ondan sonra yapabilirse kalkıp çile ve hizmete soyunurdu. Cân, saka postunda iki dizi üzerinde murâkabe vaziyetinde oturur, diğer cânların hizmetini seyrederdi. Herhangi bir şey okumazdı, muayyen bir virdi de yoktu. Hizmete ayakçılıktan başlar, sonrasında gösterdiği kabiliyet nisbetinde mertebesinde derece derece yükselirdi.
ÇELEBİ, ÇELEBÎ EFENDİ: Çelebi, asil, zarif, okumuş, bilgili kimseler için kullanılan bir unvan olarak tarif edilse de daha çok Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (k.s.)’nin soyundan gelen kimselere ve Konya Âsitânesi postnişînlerine verilen bir addır. Bu makâma ‘Çelebi Efendilik’ denilmektedir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin neslinden gelen erkek çelebilere ‘zükûr çelebi’, bu çelebilerin kızlarına ise, ‘inâs çelebi’ denirdi.
ÇELİK, ÇELİKLEME: Çelik, Mevlevîlerin değnek yerine kullandıkları bir tâbirdir. Bir arşın uzunluğunda olup meydân-ı şerîfte kazancı postunun üstünde asılı durur, küstahlık edenler, yani bir kusur ve kabahat işleyenler bununla te’dîb olunurdu. Çelikle dövülmeye ‘çeliklenmek’ denilmekte idi. Kabahatli olan cân dedegândan ise şeyh yahut aşçı dede tarafından, çilede bulunanlardan ise kazancı dede tarafından çeliklenirdi. Gerek dede, gerekse cân, diz çökmüş olan şeyh, aşçı dede yahut kazancı dedenin dizi üstüne başını koyar, o da çeliği eli omzunu tecavüz etmeyecek derecede kaldırmak sûretiyle birkaç çelik vurur, sonunda bir de gülbank okuyup kabahatlinin affı niyâzında bulunurdu.
ÇERÂĞ, ÇERÂĞCI: Tekkelerde mumları uyandıran cânın adıdır. Kelime olarak çerâğ ya da çirâğ, mum ve kandili, meş’ale gibi ışık veren bir nesneyi anlatır. Çerâğcılık, büyük, şerefli hizmetlerden sayılırdı. Çerâğî yahut çırakçı da denilirdi. Mevlevî meydanlarında güneşin batış vakti bir mum yakılır, ona çerâğ tâbir olunurdu. Akşam ezanı okununca, meydandaki çerâğdan tutuşturulan bir mumla mescidin şamdanları ve kandilleri bir de somathâne, yani yemek yenilen yerde ve sofraların üstündeki mumlar uyandırılırdı. Mevlevîhânelerdeki çerâğlar, mutfaktaki ocak yahut mangaldan; sâir tekyelerdeki kandiller kahve ocağının yahut kahve mangalının ateşinden üflenerek tutuşturulan bir mumla uyandırılırdı. Çerâğî ya da çırakçı, meydandaki mum tepsisini hazırlayıp mumlarını yakan ve mescidin mumlarıyla kandillerini uyandıran derviştir.
ÇİLE, ÇİLE ÇIKARMAK: Çile kelime olarak, Farsça kırk demek olan ‘çehl’ kelimesinden gelmektedir ve ‘erbaîn çıkarmak’ yani, kırk gün dünyadan el çekmek, münzevî bir şekilde ibâdet etmek, zikir ve evrâd ile meşgul olmak anlamına gelmektedir. Ancak Mevlevî çilesi, kırk gün değil, tam bin bir gündür. Çile çıkarmak, matbâh-ı şerîfte daha önceden belirlenmiş, husûsî kurallara bağlanmış erkân ve âdâbıyla bin bir gün hizmet etmek demektir.
DAL SİKKE: Mevlevî dervişleri sarıksız, yani destârsız sikke giyerlerdi ki buna dal sikke denilir.
DÂRU’L-MESNEVÎ: XIX. yüzyılda Mevlevîler dışında kalan halk için Dârü’l-Mesnevî adıyla Mesnevî okutmaya yönelik husûsî müesseseler açılmış, mevlevîhânelere gelemeyenler bu kurumlarda Mesnevî kültüründen istifâde etmişlerdir. Fatih Çarşamba’da bir Nakşî Tekkesi olan Molla Murad Dergâhı civarında Nakşî şeyhi Mehmed Murad Efendi tarafından kurulan Dârü’l-Mesnevî’nin açılışında devrin padişahı Sultan Abdülmecîd de bulunmuştur.
DEDE: Mevlevî âsitânelerinden birisinde, matbâh-ı şerîfte bin bir günlük çilesini ikmâl etmiş ve husûsî bir merasimle bu unvanı almış olanlardır. Dedeler aynı zamanda şeyh adayıdırlar. Herhangi bir mevlevîhânede şeyhlik makâmı ölüm, azil ve benzeri nedenlerden boşaldığı takdirde içlerinden bu göreve uygun olan bir dede oraya şeyh olarak tâyin olunur.
DESTÂR, DESTÂR-I ŞERÎF: Mevlevîlerin başlarına giydikleri sikke adı verilen başlığın üzerine sarılan sarığın adıdır. Sikke-pûş olanların urefâsına bir imtiyaz alâmeti olarak verilirdi. Şeyhlerin, tarîkatçıların, neyzen ve kudümzenlerin, hatta kazancının destârı vardı. Destâr, çelebi efendinin icâzetnâmesi ile sarılabilirdi. Yine mesnevîhanlara mahsus ayrı bir destâr da vardı.
DESTEGÜL: Kollu salta ile uzun cübbeye verilen addır. Mevlevî dervişleri bunu hücrede bulundukları sırada giyerlerdi. Uzun kollu bel hizasında nihayetlenen bir nev’î haydariyye idi. Tennûre üstüne de giyilirdi.
DEVR-İ VELEDÎ (SULTAN VELED DEVRİ): Semâ’ etmeye başlamadan önce semâzenlerin semâhânede, şeyh efendiyi takiben, şeyh makâmında birbirini selâmlayarak üç kere yaptığı devrin adıdır.
DİREK; DİREK TUTMAK: Semâ’ esna’ında sol ayağa direk, sağ ayağa çark derler. Semâ’ sırasında, olduğu yerde dönüp bir noktada sabit kalma pozisyonuna ise direk tutma denir. Direk tutmak, sol ayağını, tabanını yerden kaldırmadan ve koyduğu yerden ayırmadan olduğu yerde sola doğru döndürmek ve çark atmak, yani sol ayağını sola doğru çevirirken sağ ayağını, kaldırıp yere bırakmaktır.
DOLÂBÎ: Mutfak eşyalarının konulduğu dolaptan sorumlu olan câna denilirdi.
ELİFÎ NEMED: Mevlevîlerin âyinlerinde tennûre üzerine sarılması mecburî olan kuşaklarına verilen isimdir.
EYVALLAH: Bir teslimiyet, tasdik ve itaat ifadesidir. Mevlevî gelenekte “merd-i meydân-ı rızânın kârı eyvallahtır!” sözü meşhurdur.
FAKÎR: Tevâzû’ için benlik çağrıştıran ‘ben’ kelimesi yerine kullanılırdı.
FERECÎ: Mevlevî dervişlerinin giydikleri önü açık hırkaya denir.
GANÎSİYİM: Dervişe teklif edilen bir şey istenmeyip reddedildiği zaman söylenirdi.
GARİBLER SEMÂ’I: Mevlevîlerce ihyâ geceleri yapılan mukâbeleden sonra vecde doymamış olanlar herkes semâhâneden çıktıktan ve kandiller dinlendirildikten sonra semâhânede hırkalarıyla on sekiz çark atarak semâ’ ederler. Bu semâ’ yalnız türbenin ışıklarının aydınlığı altında yarı loş bir dekor içinde yapıldığından ‘garibler semâ’ı’ diye anılır.
GÖÇMEK: Ölmek, vefat etmek.
GÖRÜŞMEK: Mevlevîlerde musâfaha yoluyla birbirinin elini tutup öpmek demektir. Hürmet, itizâr, mülakât makâmlarında yapılırdı.
GÜLBANK: Gülbank, Farsça bir terkiptir ve gül sesi, bülbül şakıması mânâlarına gelmektedir. ‘Bir cemaat tarafından hep bir ağızdan makâmla çağırılan duâ ve sürûd’ şeklinde tarif edilmektedir. ‘Âyinlerde ve bazı merasimlerde müteaddid kimseler tarafından duâ ve alkış tarzında hep bir ağızdan bağrışma’ şeklinde de ifade edilmektedir. Ayrıca gülbank, tertip edilmiş özel duâ mânâsınadır. Mevlevîlerde hemen her merasimin ayrı bir gülbankı söz konusudur. Somat, kabir ziyareti, tekmîl-i hizmet (çile çıkarmak), aşûra, hatim, seyahat, zifaf ve cenâze merasimlerinin kendine has gülbankları okunurdu.
HÂFIZ-I MESNEVÎ: Mesnevî’nin tamamını ezberleyenler hakkında kullanılan bu hâfız-ı Mesnevî sıfatı Mevlevîlikte önemli bir makâma da işaret etmektedir. Mevlevîhânelerde mukâbele günleri âyinden evvel Mesnevî dersi yapılması usûldendir.
Bu derslerde mesnevîhanlar yanlarında kitap bulundurmaksızın Mesnevî takririnde bulunurlardı.
HAK’TA, HAK VERE: Mevlevîlerde ‘hayır, yok’ gibi olumsuz anlamlı ifadeler pek kullanılmazdı, bunların yerine ‘Hak’ta’ ya da ‘Hak vere’ denilirdi.
HALÎFE DEDE: Mevlevî terbiyesinde bir cân matbâha yeni çıktığı zaman, ona takip edeceği yolu tarif eder. Matbâha yeni giren bu dervişlere yolu ve erkânı öğretir, onları yetiştirirdi. Mevlevî dedeleri ve şeyhlerinden hatta bazen muhiblerinden ileri gelenlere bir Mevlevî halîfesi tarafından hilâfet verilir ve şeyhliği münhal olan herhangi bir tekkeye tercihan hilâfet alan dede, şeyh veya muhib tâyin edilirdi. Mevlevîlikte hilâfet âdetâ mânevî bir makâmdı.
HÂMÛŞÂN: Mevlevîhânelerde o dergâhın başta kurucu şeyhi olmak üzere daha sonra gelen bütün şeyhlerinin mezarları çoğu zaman semâhâneyle iç içe ya da küçük detaylarla ayrılmış olarak bulunurdu. Dedelerin ve hizmeti geçen diğer cânların mezarları ise dergâhın hazîresinde ‘hâmûşân’ denilen mezarlıkta yer alırdı.
HATT-I İSTİVÂ: Şeyh postu semâhânelerde semâhâne kapısının tam karşısına serilir ve bu postun ucundan, semâhâne kapısının ortasına kadar çekilmiş, mevhûm bir hatta da hatt-ı istivâ denilir ve buraya asla basılmaz.
HIRKA: Mevlevîlerin, seyr u sülûka mutlak bir etkisi olmayıp daha çok âidiyet ve meşrep bildiren birer alâmet sayılan tarîkat kıyafeti olarak kol uçları uzun ve geniş şekliyle giydikleri kisvedir.
HIRKA-BERENDÂZ: ‘Hırka atmak’ anlamındaki bu tâbir semâ’ sırasında, mürîdin, vecd galebesi sonucu sırtındaki hırkayı atması, sembolik olarak varlıktan soyulmasını ifade eder. Buna ‘tarh-ı hırka’ veya ‘remy-i hırka’ da denir.
HORA GEÇİRMEK: Farsça ‘horden’ kelimesinden türemiş bir kavramdı. Bir şey yemek anlamına gelirdi. Hora geçmek ise, makbule geçmek mânâsına gelen bir tâbirdir.
HURDE-İ TARÎKAT: Tekke teşrifâtı ve tarîkat hayatının kolektif yönüdür. Tarîkat ile ilgili âdâb ve erkâna dair malûmatlara ‘hurde-i tarîkat’ denir.
HÜCRE-NİŞÎN: Hücrede oturan, hücre sahibi demektir. Mevlevîlikte hücre-nişîn olabilmek için, çile denilen bin bir günlük bir hizmet süresi gerekliydi. Bin bir günlük hizmet bitince, mürîd törenle hücreye çıkar hücre-nişîn olurdu.
KAPIDAN GEÇMEK: Dedeler bin bir günü tamamladıktan sonra İslâm diyârının neresinde bir Mevlevî dergâhı varsa oraya giderler ve derhal kabul edilirlerdi. Gerek tâyin ve gerekse başka bir nedenle dergâhtan ayrılacak olan dede için ayrılık öncesi yapılan veda merasimine ‘kapıdan geçme merasimi’ denilirdi.
KÂRİ-İ MESNEVÎ: Mevlevîhânelerde mukâbele günleri âyinden evvel Mesnevî dersi yapılması usûldendir. Bu derslerde mesnevîhanlar yanlarında kitap bulundurmaksızın Mesnevî takririnde bulunurlardı. Ancak sonraları mesnevîhanlar arasında ya Mesnevî hâfızı olmadığından ya da sayıları oldukça azaldığından birçok Mesnevî dersinde mesnevîhanlar ellerine kitap almaya başlamışlar ve kürsüye çıktıkları vakit kürsü dibinde bir kâri-i Mesnevî oturur olmuştur. Kürsü dibinde oturup mesnevîhândan önce Mesnevî’den şerh edilecek beyitleri okuyan dedeye ‘kâri-i Mesnevî’ denilirdi.
KAZANCI DEDE: Mevlevî tekkelerinde aynı zamanda ilk terbiye yeri sayılan matbâhta önde gelen bir mürebbinin adıdır. Matbâhın asıl âmiri olan ser-tabbâhın yardımcısı mevkiindedir. Kazancı dede çilesini ikmâl etmiş cânların kabiliyet olarak bu hizmete lâyık olanlarından seçilirdi. Cânlara nasihat ederdi. Matbâhta yalnız gündüzleri bulunurdu. Kazancı dede terakkî ile ser-tabbâh olur, ondan sonra gösterdiği kabiliyet mertebesinde derecesi yükselirdi. Cânların inzibâtından, edep ve terbiyelerinden sorumluydu. Ayrı bir postu vardı.
KAZANCI POSTU: Meydân-ı şerîfte kazancı dedenin oturmasına mahsus postun adıdır. Beyaz renkli olan bu post, matbâh-ı şerîf kapısının tam karşısına tesadüf eden yerde serili idi. Ateşbâz-ı Velî Makâmı da denilen bu beyaz post, meydân-ı şerîfteki iki posttan birisidir.
KAZANLIK: Kazanlar ve tencerelerle yemek pişirilen ve bakır kapların muhafazasına mahsus bir mekândır. Gerekli hallerde kusuru görülen cânların ceza çekmek üzere birkaç gün buraya kapatıldıkları olurdu. Karanlık ve dar bir odadır.
KUZULUK: Mevlevîhânelerde sofra malzemelerinin toplanıp kaldırıldığı yemekhâne duvarında küçük bir hücre vardır. Kuzuluk tâbir edilen bu hücreye sofra bezleri, muşambalar, su tasları, peşkir ve sofra takımları konulurdu.
LOKMA: Mevlevî tekkelerinde pirinç, et, soğan, nohut, kişniş ve fıstık gibi çeşitli malzemelerden meydana gelen, matbâh-ı şerîfte Cuma ve bazen Pazartesi geceleri belirli bir âdâb ve erkân dâhilinde merasimle pişirilen Mevlevîlere has özel bir pilavın adıdır.
MATBÂH-I ŞERÎF: Mevlevîlikte matbâh-ı şerîf, mânevî eğitimin verildiği, âdetâ insanın bütün hamlık ve çiğliklerinden soyutlanarak ilim, hikmet ve ma’rifet ocağında piştiği ve olgunlaştığı mekândır. Matbâh, Türkçede mutfak diye söylediğimiz, kelime anlamı olarak Arapça pişirmek anlamındaki ‘tabh’ kökünden, ism-i mekândır. Mevlevî eğitiminin gerçekleştiği mekânın matbâh şeklinde isimlendirilmesi, tasavvufî açıdan pek çok îmâya kaynaklık eder. Mevlevî kültüründe, ahsen-i takvîm sûreti üzere yani en güzel kıvam ve mizaçta yaratılan insanın, aslına lâyık bir hayat mertebesine kavuşmasını esas alma yolunda gösterilen faaliyetlerin tümü, ham olanın olgunlaşmasına, çiğin pişmesine teşbih edilir.
MESNEVÎHAN: Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sini okuyup şerh eden kimseye
mesnevîhan denir. Mesnevî asırlardır tasavvuf geleneğine hayat vermiş, kendini okuyacak ve okutacak kimseler hiç eksik olmamış, hâiz bulunduğu irfâna lâyık ve bu irfânı tâlib olanlara aktarmayı vazife bilen kimseler yetişmiştir ki bu maksadın tahakkuku için ‘mesnevîhanlık’ denilen bir vazife ihdas edilmiştir. Bu çerçevede mevlevîhanelerde, dergâh ve câmilerde Mesnevî kürsüleri kurulmuştur.
MEYDANCI: Meydancı dedeler doğrudan doğruya şeyh efendilerin emirleri altında idiler. Başlıca vazifeleri de şeyh ile dervişler arasındaki irtibatı muhafaza etmek, şeyh efendi bir yere ziyarete gittiği zaman ona refâkatçi olmakla beraber dergâhın iç ve dış hizmetlerini görmekti. Hücre-nişîn dervişlere tarîkatçı dededen ne emir olursa onu tebliğ ederdi. Konya’daki dergâhla büyük Mevlevî tekkelerinde iki meydancı dede vardı. Biri içeri meydancısı, diğeri dışarı meydancısı idi. Küçük dergâhlarda dışarı meydancılığını kazancı dedeler yaparlardı. Meydancı dede, vazifesi en çok ve pek karışık olan bir zâbitti. Doğrudan doğruya şeyhin emri altında çalışır, âdetâ onun bir yaveri, bir tebliğ vâsıtasıdır. Bu îtibârla hem maddî, hem mânevî hizmetleri vardı. Şeyh murâkabe için matbâhtaki meydana gelince kahveyi şeyhe ve ihvâna o ikrâm ederdi.
MEYDÂN-I ŞERÎF: Meydân-ı şerîf, Mevlevî tekkelerinde cânların terbiyesine mahsus olan matbâhtaki büyük odadır. Sabah ve ikindi zamanlarında yapılan zikirlere mahsus olan yere de kullanış vaktine göre sabah meydanı, ikindi meydanı denilirdi. Sabah İsm-i Celâl’den sonra ser-tarîk veya şeyh efendi dervişlerle murâkabe ve ilâhî feyze nâil olabilmek için bu meydana girerlerdi. Bu mekânda hizmetler içeri meydancısı ve dışarı meydancısı olmak üzere iki ayrı dede tarafından îfâ edilirdi.
MUKÂBELE-İ ŞERÎF (SEMÂ’): Mukâbele, birbirine karşı gelmek, yüz yüze olmak, karşılaşmak demektir. Mevlevîlikte bu âyin ve merasimin mukâbele-i şerîf adını alması post önünde karşılıklı baş kesmeğe mukâbele denilmesindendir. “Mü’min mü’minin aynasıdır.” hadîs-i şerîfindeki mânâyı, yani, Hakk’ın cemâl tecellîsine intizârı temsil etmektedir. Bu aynı zamanda Hakk’ın vahdâniyet huzuruna karşı bir ibâdet-i ta’zîmdir. Mukâbele-i şerîfin belirli kuralları, zamanlaması ve sembolik anlamları vardır. Mukâbele-i şerîf, günümüzde semâ’ merasimi ya da gösterisi olarak isimlendirilen Mevlevî âyin-i şerîfidir.
NEV-NİYÂZ: Tarîke yeni intisâb eden dervişe derler. Mecâzen acemî, yeni dost gibi mânâlarda da kullanılmıştır.
NEZR-İ MEVLÂNÂ: Mevlevîlerde nezr-i Mevlânâ, on sekizdir ve on sekiz sayısının bu yüzden bir kudsiyeti vardır. Dokuz, on sekiz, yirmi yedi, otuz altı gibi dokuzun katı olan sayılar da bu kabildendir. Herhangi bir yoksula, bir dergâha, bir dervişe niyâz olarak verilen para on sekiz sayısınca ya da yarısı veya katları gibi verilir, on sekiz kuruş, on sekiz lira gibi. Derviş, saka postunda en az üç, en fazla on sekiz gün kalır. Bin bir gün çile çıkardıktan sonra hücre sahibi olur; hücrede de on sekiz gün hücre çilesi çıkarması şarttır. Çile çıkarmayan, fakat şeyh olan kişi de Konya’ya gider, Mevlânâ Dergâhı’nda on sekiz gün hizmet eder; ondan sonra kendisine icâzet verilir. Hizmetler de on sekize ayrılır.
NİYÂZ: Mevlevîlerin, sağ el sol, sol el sağ omuz üzerine gelmek üzere kolları çaprazvârî koymak ve sağ ayağının başparmağı ile sol ayağının parmağı üzerine basıp eğilmek sûretiyle duruşlarına ‘niyâz vaziyeti’ denilmektedir.
PÂY-I MÂCÂN: Mevlevîlerce ayakkabılık yerine kullanılan bir tâbirdir. Aynı mânâya pabuçluk yerine ‘sâf-ı niâl’ de denilir. Kendisinden bir kusur sâdır olan, kabahat işleyen mürîd, sâf-ı niâlde sağ kulağı sol elinde, sol kulağı sağ elinde olduğu halde bir ayak üzerinde durdurulurdu. Bu duruş, mürşid tarafından özrün ve zellenin affına kadar devam eder, mürîd ancak ‘tamam’ deyip izin verildikten sonra yerine dönerdi. İşte mürîdin pabuçlukta bu vaziyette durmasına ‘pây-ı mâcân’ denilirdi.
PAZARCI MAŞASI: Pazarcı dedenin beline taktığı ucu kargı gibi demire verilen addır. Esnaf bunu görerek pazarcıya ucuz ve kaliteli mal verirdi.
PİRİNÇ MEYDANI: Lokma yapılmak üzere hazırlanan pirinçlerin ayıklanıp hazırlanması için kullanılan pirinç meydanı tâbiri de cânların hep beraber bu malzemeyi hazırlayıp pirinç ayıklamaları için kullanılırdı. Lokma çok fazla miktarda yapılacak ve bu fazla miktardaki pirinci ayıklamaya matbâh cânları yetişemeyecek olursa bütün dergâh mensuplarının toplanarak hep beraber pirinç ayıklamalarıdır.
POST: Post mânevî makâma işarettir. Dede ve şeyh post sahibidir. Mevlevîlere ait meydân-ı şerîfte en büyük iki makâmı temsil eden biri kırmızı diğeri beyaz iki post vardır. Kırmızı post şeyh makâmı olarak Sultan Veled Makâmı beyaz post da Ateşbâz-ı Velî Makâmı’dır. Bu posta aşçı dede postu da denir. Kazancı dede ve meydancı dedenin meydandaki postlarının da beyaz renkte olduğu bilinmektedir.
POST-NİŞÎN: Posta oturan demektir ki, şeyhler için bu tâbir kullanılır.
RIZÂ: Çile, bin bir gün süren bir hizmet faaliyeti olup rızâ kelimesinin ebced hesabıyla karşılığı da bin birdir. Rızâ, teslim ve tevekkül, tasavvufun hem nazarî hem de amelî yönlerini birleştiren kavramlardandır. Allah’a teveccüh ederek benlikten kaynaklanan tercihleri terk, kendine güvenmek yerine Allah’a teslim, ilâhî takdirle sulh içerisinde hayatı benimsemek, her hâlükârda Allah’a dayanıp güvenmek, kanaatkârlık, itminân, gönül huzuru gibi ahlâken yüce hasletler rızâ kelimesiyle ifade edilir. Rızâya ermek, nefis ile hesaplaşma ve mâsivânın bağlayıcılığından uzaklaşma sonrasında gerçekleşen bir mânevî mertebedir, ilâhî bir mevhibedir. Rızâ, uzlaşma, tatmin, kanaat, gönül hoşluğu gibi mânâlara gelmekte olup tasavvufî eğitimin yedinci ve son mertebesidir. Tasavvufta rızâ, derin bir içsel tatmin ve hoşnutluğa işaret eder. Bu aşamaya eşlik eden nefis arınmış ve kemâle ermiş nefis, yani nefs-i kâmiledir. Bu son bütünleşme evresine varan sûfîye ‘insan-ı kâmil’ denir.
SAKA POSTU: Saka yeri ya da saka postu, dergâh planında genelde dergâha girildiği zaman kapının sol yanında kalan ve çileye soyunan mürîdin oturtulduğu mekândır. Mevlevîliğe girecek olan kimse, yani nev-niyâz ya da mübtedîler herhangi bir hizmetle görevlendirilmeksizin ve mutfak görevlilerinden hiç kimsenin de kendileriyle konuşmasına izin verilmeksizin asgarî ya da âzamî gerekli olan süre ne kadarsa o kadar saka yeri ya da saka postu adı verilen yerde otururlar. Bu mekân bir anlamda bu yola girecek olan kimsenin içeride ne olup bittiğini anlamak ve içeri girip bu yolda ilerlemek ya da bu işi yapamayacağına karar vererek geri dönmek için denendiği bir ön kabul yeri olarak değerlendirilmektedir. Cân, saka postuna iki diz üzerine murâkabe vaziyetinde oturur, diğer cânların hizmetini seyreder. Mecburiyet olmadıkça konuşmaz ve herhangi bir şey de okumaz.
SALÂ: Salâ; Mevlevîlerce davet ve çağrı nidâsı olarak kullanılan bir terimdir. Çağıran zâbitin kimliğine göre anlamı değişkenlik arz ederdi. Somatçılık hizmeti yapan cân ‘Salâ!’ diye bağırınca “Yemek hazır buyurun.”, kandilci olan cân ‘Salâ!’ diye seslenirse “Câmiye namaza buyurun.” demekti. Mukâbele günleri ise dışarı meydancısı her hücrenin kapısını vurur ve “Destûr tennûreye salâ yâ hûûû!” derdi. Bu da “Mukâbele olacak tennûrenizi giyin, hazır olun.” yerinde idi. Salâ mevlevîhânenin orta yerinde yüksek sesle bağırılırdı.
SELÂM: Mevlevîler, dört devreli âyinin devreleri arasındaki fâsılalara ‘selâm’ derler. Mevlevî âyinleri dört selâm, yani dört fasıldan ibarettir.
SEMÂ’ MEŞKİ, SEMÂ’ ÇIKARMAK: Bir ustanın gözetiminde semâ’ etmeyi öğrenmeye ‘semâ’ çıkarmak’ denilir. Semâ’a, meşk tahtası denilen ve ortasında çivi bulunan dört köşe bir tahta üzerinde başlanırdı. Semâ’ meşki ya da semâ’ etmeyi öğrenmek usta bir semâzen nezaretinde belirli bir disiplin ve sürekli alıştırma yapmakla mümkündür. Semâ’ı mevlevîhânede çilesini ve tasavvufî terbiyesini ikmâl etmiş olan dedelerden usta bir semâzen meşk ettirir.
SEMÂHÂNE: Semâhâne, üstü tavan veya kubbe, büyük bir sahndan ibaret olup ortada meydan denilen dervişlerin semâ’larına mahsus olarak yuvarlak bir saha ve bunun kıbleye gelen tarafında bir mihrab bulunur. Burası aynı zamanda namaz kılınan bir mescid mâhiyetindedir. Etrafı parmaklıklarla ayrılmış olan bu sahnın dış tarafı âyini seyredenlere mahsustur. Bu katta ayrıca bir mahfil ve kadınlara mahsus kafes denilen bir yer vardır.
SEMÂZEN: Semâ’ eden Mevlevî dervişe de semâzen denilmektedir.
SER-PÂ ETMEK: Dervişi geçici ya da sürekli olarak tarîkattan çıkarmaktır. Ser-pâ edilenin sikkesi ve hırkası alınır, kendisine seyahat verilir ve bu hâdise Çelebilik Makâmı’na uygun bir şekilde yazılarak bildirilirdi.
SER-TABBÂH: Ser-tabbâh yani aşçıbaşı, yalnız mübtedî ya da nev-niyâz denilen dervişlerin tahsil ve terbiyesiyle görevlidir. Matbâhtaki mânevî eğitimin, yani çilenin sorumlusu olan kimsedir.
SER-TARÎK (TARÎKATÇI DEDE): Konya Mevlevîhânesi şeyhi, yani ser-mürebbîsidir ki, Mevlânâ’nın hayatında bu vazifeyi Çelebi Hüsâmeddîn îfâ ettiği için Çelebi Hüsâmeddîn Makâmı da denilmektedir. Sorumlu olduğu alan, mutfakta terbiyesini tamamlamış, irfân sahibi olmuş ve bin bir gün çilenin nihâyetinde hücreye çıkmış dedelerin terbiyesini, âdâb erkân ve âdetlerdeki düzeni deruhte etmektir. Bu vazifesiyle ser-tarîk, genel anlamda Konya Mevlevîhânesi postnişînidir.
SEYYAH VERMEK: Bir nev’î kovulmak ve seyahate mecbur edilmek demektir. Bu cezanın tatbik şekli ise, dervişin pabuçlarının, ucu kapının dışına bakacak şekilde çevrilmiş olmasından ibarettir. Onun kalbini, haysiyetini kıracak sözler söylenmeden bu zarif hareketle her şeyin anlatılmış olması oldukça önemlidir. Nitekim kültürümüzde ‘pabuç çevirmek’, ‘pabuçlarını eline vermek’ şeklinde yerleşmiş deyimler, kaynağını bu uygulamada bulmaktadır.
SIRLAMAK: Gizlemek, kapıyı, pencereyi yahut bir şeyi kapatmak; mumu, lâmbayı, kandili, elektriği söndürmek; ölüyü defnetmek.
SİKKE: Sikke, kelime olarak damga ve alâmet anlamlarına gelir ve Mevlânâ’nın yolunda oluşa bir alâmet olarak kullanıldığı için Mevlevî külâhına sikke denilir. Sikke tekbirlemek, Mevlevîlik yoluna ikrar veren nev-niyâza bu yolun bir alâmeti olarak sikke giydirilmesi münasebetiyle kullanılan bir tâbirdir. Tâc giydirmek de denilir.
SOMAT: Somat; sıra, dizi, sofra, mânâlarına gelen Arapça ‘simât’tan bozmadır. Bu tâbir tekkelerde ve özellikle Mevlevîlerde meşinden yahut bezden sofra yerine kullanılırdı.
SOMATÇI: Meşin yahut bezden yapılıp, yere döşenen sofraya Arapça sofra demek olan ‘simât’tan bozma somat denildiği için bu tâbir meydana gelmiştir. Mevlevî tekkelerinde sofrayı hazırlamak ve kaldırmak görevlerini yerine getiren dervişe de ‘somatçı’ denilirdi. Sofracı demektir. Sofraları kurar, kaldırır, yerini süpürür, süpürtürdü.
SULTAN VELED MAKÂMI: Matbâhın içerisinde meydân-ı şerîf denilen bir salon vardır. Bu meydân-ı şerîfte biri kırmızı öteki beyaz iki post vardır. Kırmızı post ‘Sultan Veled Makâmı’dır.
ŞEB-İ ARÛS: Hz. Mevlânâ’nın âhirete göç etmesi Hicrî takvimle 5 Cemâziye’l-âhir 672’dir (17 Aralık 1273). Bu gün Mevlevîlerce Sevgili’ye kavuşma zamanı olarak kabul edilmiştir. Mevlevî gelenekte ölüm ‘şeb-i arûs’ olarak nitelendirilmiş, damlanın deryaya kavuşması, sevenin sevgiliye vuslatı olarak değerlendirilmiştir. Hz. Mevlânâ’ya göre ölümsüzlük ancak rûhî hayatın tekâmülü ile elde edilebilir.
TENNÛRE: Tennûre kolsuz, uzun etekleri çok kalın ve geniş bir entaridir. Derviş mutfakta tennûre giyerdi. Mevlevîlerin tennûrenin beline bağladıkları elifî nemed tesmiye olunan bir kuşakları da vardır. Bu kuşağın Mevlevî âyinlerinde tennûre üzerine sarılması mecburîdir. ‘Tennûre açmak’, semâ’ etmek anlamında kullanılır. ‘Tennûreye salâ’ ise, mukâbele günü, dış meydancının, cânların bulunduğu hücreleri dolaşarak tennûre giymelerini bildirmesine denirdi.
UYANMAK, UYANDIRMAK, UYARMAK: Mumun, kandilin, ocağın, ateşin, elektriğin vesairenin yanması, yakılması, yakmak, açmak.
VAHDETE DALMAK: Sûfîler, uykuya vahdet derler. Bu sebeple uyuyan için, vahdette olmak, vahdete dalmak, vahdete çekilmek gibi ifadeler kullanılır.
VİRD: Vird ve çoğulu olan evrâd kelimelerinin kullanıldığı duruma göre çeşitli mânâları vardır. İnsanın her gün okumayı kendisine vazife edindiği muayyen bir kısım Kur’ân sûre ve âyetlerine vird ya da evrâd denildiği gibi, mutasavvıflarca tevbe-istiğfâr, şehâdet ve salavâtlar, âyet ve hadislerden tertib edilmiş, manzum veya mensur duâlardan meydana getirilen muayyen hiziblere de vird ve evrâd denilmektedir.
Prof. Dr., Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
KAYNAKLAR
Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul: İnkılap 1953.
Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, İstanbul: İnkılap 1963.
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul: Rehber 1997.
Hüseyin Top, Mevlevî Usûl ve Âdâbı, İstanbul: Ötüken 2001.
İlhan Ayverdi, Misâlli Büyük Türkçe Sözlük, I-III, İstanbul: Kubbealtı 2006.
İsmâil Rusûhî Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ (Haz. Sâfi Arpaguş), İstanbul: Vefa 2008.
Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü I-III, M.E.B. İstanbul 1983.
Mustafa Râsim Efendi, Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil (Haz. İhsan Kara), İstanbul: İnsan 2007.
Sâfi Arpaguş, Mevlevîlik’te Ma’nevî Eğitim, İstanbul: Vefâ 2008.
Süleyman Uludağ, İslâm’da Musiki ve Semâ, İstanbul: Mârifet 1999.
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Marifet 1991.