Kültür tarihimizin bazı şahsiyetleri isimlerinin yanında mesleğiyle, mahlasıyla doğduğu veya öldüğü şehirle ilgili nisbetlerle anılagelmişledir. Ancak İsmail Hakkı Bursevî Bursalı olmadığı gibi Mehmed Emîn Bursevî de Bursalı değildir. Birincisi Balkanlarda bulunan Aydos’tan, ikincisi Ortadoğu’da bulunan Kerkük’ten intikal etmiş ve hizmetlerle dolu bir hayattan sonra bu şehirde son nefeslerini vermişlerdir.
İsmail Hakkı Bursevî’nin isminden sonra Aydosî Celvetî nisbesi kullanıldığı gibi Mehmed Emîn Bursevî’den sonra da Kerkükî, Nakşbendî bazen de Mesnevîhan Nakşî ifadeleri kullanılmaktadır.
Burada söz konusu ifadeye açıklık getirmek gerekmektedir: Mesnevîhân Nakşîler.
Osmanlı topraklarında Kur’ân ve Hadîs’ten sonra en çok okunan ve şerhedilen kitaplardan olan Mesnevî, sadece Mevlevîhânelerin demirbaş kitabı olmamış, bütün tarîkatların, edebî, ilmî muhitlerin sırdaşı olmuştur. XVIII. ve XIX. yüzyıllar bu açıdan faklı bir tecelliye şâhid olmuş, bir taraftan Mevlevîhânelerden ayrı sadece Mesnevî okumak ve okutmak üzere Darü’l-Mesnevîler kurulurken diğer taraftan da Mesnevî’yi okuyan, ezberleyen ve tâliplerine şerh eden Nakşibendî şeyhleri ön safa geçmiştir.
Bu fotoğraf şu açıdan da önemlidir:
Türkistan menşe’li Nakşibendilik Endülüs’lü Muhyiddîn İbn Arabî’nin iki temel eseri Füsûsü’l-Hikem ve Fütûhâtü’l-Mekkiyye ile XIV. yüzyılda oluşum safhasına girdiyse de iki asır sonra Hindistan bölgesinde yaşayan İmam Rabbânî’nin İbn Arabî’nin ana yolu vahdet-i vücûd anlayışı için getirdiği bazı soru işaretleri, tarîkatın güzergâhını biraz değiştirmiş, vahdet-i vücûd yerine vahdet-i şuhûd terimini öne çıkarmıştır. Bu yorum yukarıda adı geçen iki Arapça eserle birlikte aynı espriyi Farsça manzumelerle anlatan Mesnevî’ye de mesafeli bakışı getirmiştir. Bundan dolayı Mesnevîhân Nakşiler önemli bir dönüm noktasıdır.
İşte Mehmed Emîn Bursevî (k.s.), bu geleneğin tam ortasında bulunan gönül adamlarından biridir. Söz konusu yüzyılda Buhârâ ile Konya’nın ortasında Kerkük’te doğan Mehmed Emîn Efendi, Nakşîlikle Mevlevîliği aynı potada eritmiş, bu iki kaynaktan aldıkları fikir, feyz ve bereketi etrafındaki insanlara aktarmıştır.
İlk tahsilini doğduğu şehirde tamamladıktan sonra ilim, irfân ve sanatın peşine düşmüş, Arapça, Farsça ve Türkçe’nin imkânlarıyla medrese ve tekkelerden istifade etmiş, güzel sanat dallarından da özellikle hüsn-i hatla yakından ilgilenmiştir.
İkinci durak olarak gittiği Urfa’da Nebih veya Abdünnebî Efendi ile gönül dünyasına yelken açan Kerkükî, üçüncü olarak Halep’in kapısını çaldı. Bütün işaretler Dersaadet’i, Saadetyurdu’nu yani İstanbul’u gösteriyordu. İlk mürşidinin şifresini çözmek istiyordu. Kimdi bu gönül eri? İftar davetiyle ve iftar sofrasında çözülecek olan bu esrârın kahramanı neredeydi?
Mürşidi Mehmed Âgâh Efendi, Nakşibendî ve Mevlevî pınarlarından beslenmişti. Mevlevî mürşidi, Mi’râciyyenin nâzım ve bestekârı, Kulekapısı/Galata Mevlevîhânesi Postnişîni Osman Nayî Dede (i.1729), Nakşibendî Mürşidi Neccarzâde Hoca Rıza Efendi idi(i.1746). Bu zirve şahsiyetlerden aldığı ilim, fikir ve irfânı, kendi kabiliyeti ile helva haline getirmişti. Şimdi Kerkük’lü Emîn Efendi’nin yolunu gözlüyordu.
Bu iki dost İstanbul’da karşılaştıklarında gönül diliyle neler konuştular, neler fısıldaştılar bunları bil(e)miyoruz. Bildiğimiz şey, tutuşmaya hazır olan dervişin kandili tutuşmuş ve senelerce İstanbul-Bursa arasında dalgalanan bir meş’ale gibi etrafını aydınlatmıştır.
Sohbetleri daha çok şu dört kitap üzerinden olmuştur:
Kerkükî’nin meş’alesinden gönüllere akseden ışıklar, XIX. asrı baştan sona sohbetleri, eserleri ve Mesnevî dersleriyle aydınlatan insanların yetişmesine zemin hazırlamışlardır. Birkaç tanesini teberrüken analım:
Hoca Neş’et Efendi(i.1807)
Mustafa Vahyî Efendi (i.1817)
Hüsameddîn Efendi (i.1864)
Ali Behçet Efendi (i. 1822)
Bu son isim, İmam Rabbânî (i. 1624)’ye ulaşan Nakşî-Müceddidî silsilesini şöyle veriyor:
“Tarîk-i aliyye-yi Nakşibendiye-yi şeyhim, seyyidim, senedim, mu’temedim, cesedimdeki ruhun mekânı, kıdve-i vâsılîn, delil-i sâlikîn, vâris-i kâmil, âmil ve vâsıl olan;
Mehmed Emîn Efendi
Muhammed Âgâh Efendi
Muhammed Rıza Efendi
Muhammed Efendi
Ebû Abdullah Muhammed Efendi
Ahmed Cüryânî
Muhammed Semerkandî
İmam Rabbânî
Sefîne-i Evliyâ yazarı Hüseyin Vassaf (i. 1929), Kerkükî ile olan gönül bağını satırlara şöyle aktaracaktır:
“Kalb-i fakîrânemde, Hz. Emîn’e öyle bir incizâb-ı küllî vardır ki, onu lisân-ı kâl ile ta’rîfe kudret-yâb olamam. Yetiştirdiği zevâtın her birinin tercüme-i halini yazarken, onun kudret-i ilmiyye ve irfâniyyesi aklımın mâ-verâsına çıkmıştır. Öyle bir muhabbet-i kâmile ile meczûbuyum ki, her gün her dakika kalbime hâtırası, zînet-efzâdır. Kabr-i enverlerini ziyâret şerefine mazhar olduğum zaman ziyâdesiyle munbasıt olmuş idim. Nesîm-i feyzi dâima kalb-i fakîranemi ihtizâza getirir:
Âşık oldum görmeden sîmanı ben
Rûhuna el-Fâtiha her subh u şâm
Sana bağlanmış olan oldu emîn
Ne Emîn’sin ne Emîn’sin ne Emîn
Tasavvuf tarihini aydınlatan temel eserlerden biri olan Sefîne-i Evliyâ’nın yazarı ona duyduğu aşk ve muhabbeti ifade etmeye devam ediyor:
Şeyh Emîn-i Nakşibendî’nin gönül meftûnudur
Medhi bâbında hurûşândır gönül ceyhûnudur
Server-i erbâb-ı irfân-ı zamân mürşidleri
Dürr-i şeh-vâr-ı beyânı sırr-ı Hak meknûnudur.
Destgâh-ı rüşd-i feyzinden çıkarmış hayli zât
Her biri mazbût-ı ehl-i asr olup memnunudur
Çeşm-i âb-ı hayâtından içen bulmuş safâ
Âşık-ı irfân olanlar lûtfunun medyûnudur
Kendisi Leylâ-yı vakt olmuş idi el-hak ferîd
Bezm-i irfânında müstâkân anın Mecnun’udur
Bende-i dîrîne-i mahbûb-ı Hak Vassâf’ına
Dâima himmet-nisârdır dil ânın meşhûnudur.
1779’da Bursa’ya gelerek Şehâdet Camii yakınında bulunan Sarızâde Konağı’nda ikamet etti. Kısa süreli İstanbul seyahatleri devam etti. Tâlip olanlara tasavvufî neşvesini aktardı. 1801 yılında Bursa’ya dördüncü defa geldiğinde Veled-i Habib mahallesinde bulunan mescidin yanındaki bir kütüphâne ile bitişiğinde bulunan Abdullah Ağa Konağı’nı satın alarak Emîniye Dergâhı’nın temelini attı.
Kerkükî’nin özelliklerinden biri de üst bürokraside görev alan dervişleri sebebiyle siyasî hayatla kurduğu diyalogdu. III. Selim’in başlattığı yenileşme hareketlerini desteklediği için padişahın tahttan indirilmesiyle birlikte idam edilenlerin birkaç tanesinin onun müridi olması işini biraz daha zorlaştırmıştı.
Mehmed Şemseddîn Efendi Yâdigâr-ı Şemsî isimli eserinde konuyu şöyle toparlıyor: “5 Safer sene 1219 tarihinde tekrar İstanbul’a avdet buyurup Fındıklı’da Ayas Paşa Konağı’nda ikametle memurîn-i hükümetten ve saray-ı hümayûn mensubîninden pek çok kimseler kendilerinden ahz-ı feyze dâmen-i dermiyân-ı şitâb ve bu sûretle şöhret-yâb oldukları halde 1222 senesi hilâlinde vuku’ bulan ihtilâlde vak’a-i hâ’ile-i Selimiyye zuhûra ve o sırada tarafgirâne cereyanlar husûle gelmiş olmakla Mustafa Han-ı Râbi’in gönderdiği hatt-ı dest-i mucibince sene-i mezburede tekrar Bursa’ya azm ü teveccühle sâlifü’l-beyân dergâh-ı şerifde şeref-mukîm olmuşdur.”
Mehmed Emîn Efendi ile ilgili geniş bilgiler veren Mehmed Şemseddîn Mısrî, Nakşibendiye’nin âdetâ müçtehidi idi. Bin iki yüzün (hicrî XIII. yüzyıl) müceddidi addolunsa sezâdır.” dedikten sonra Bursa’da ondan istifade eden şeyhler ve tekkelerini sıralamaktadır:
Şemseddîn Mısrî, onunla ilgili hayranlık ve mahabbetle dolu duygularını nazmen de ifade etmiştir:
Hazret-i kâmil mükemmil Şeyh Emîn-i pür-vefâ
Kutb-ı âlem dense şânında onun el-hak sezâ
Ol ferîdü’d-dehr olup olmuşdu asrında vahîd
Feyz-bahşâ-yı gürûh-ı ârifîn müşkil-güşâ
Vâlidinden mâderinden Seyyid-i âlî-tebâr
Olduğunda şüphe yokdur hâdi-i râh-ı Hudâ
Ârif-i sırr-ı hakâyık vâkıf-ı ilm-i ledün
Nâşir-i envâr-ı tevhîd sâhib-i cûd u sehâ
Cedd-i pâki gavs-i a’zam Pîr Geylânî onun
Vâris-i ilm ü kemâli olduğudur bî-merâ
Ârifînin kutbu uşşâkın içinde ser-bülend
Feyz-i Nakşî Mevlevî’dir kendisinden rû-nümâ
Hâsidîn nûrunu itfâ eylemek ister iken
Halk-ı tenvîr itdi feyziyle o nûr-ı kibriyâ
Mesnevî-hân-ı şehîr Hace Hüsâmeddîn-i Hâk
Bendesidir Hâce Tahsîn ü Selîm de hâkezâ
Fazlına kâfî delildir istemez başka güvâh
Kutb-ı âlem olduğuna eylemem çün ü çera
Âsitânı melce-i erbâb-ı hâcetdir onun
Mürşid-i âlî himemdir ârifîne reh-nümâ
Hazret-i Mısrî’yi takdîr-kâr idi meddâh idi
Vâkıât’ında ne gûne eylemişdir bak senâ
Kadr-i zer zer-ger şinâset çün mesel meşhûrdur
Ka’bı âlî kadri vâlâ-yı azîm bir zü’l-ulâ
Şemsî-i Mısrî ne mümkin tavsîf eyleye onu
Hazret-i Hakk’ın bize ihsânıdır ol-pür-safâ
Şanslı insanlardan biri de Gazzîzâde Abdüllatif Efendi’dir. Dedesi Gazze’den Bursa’ya gelen Niyâzî Mısrî’den feyz alan ve ismiyle anılan dergâhını kuran Ahmed Gazzî’dir. Torun Gazzîzâde on üç sene boyunca Bursa’da Kerkükî’nin sohbetlerini dinlemiş, dinlemekle yetinmemiş, daha önemli bir iş yapmış, bu sohbetleri kaleme almış ve bize ulaşmasına vesile olmuştur. Arapça olarak yazdığı bu esere Risâletü’l-vâkıât ismini vermiş, daha sonra da bu dili bilmeyenler için eseri yer yer kendi düşüncelerini de ilâve ederek 1818’de Türkçe’ye aktarmıştır.‘Kale’ş-şeyh’ diye başlayan paragraflar Kerkükî’ye, ‘Yekûlü’l-fakîr’ şeklinde başlayan cümleler Gazzîzâde’ye aittir. Şimdi bu kitaptan bir sayfa okuyalım:
Kâle eş-Şeyh (Kerkükî) Rahimehu’l-lâh; İmam Şa’rânî Hazretleri dâima ‘âmme-i mü’minîne ve erâmil ve eytâma hidmet iderler idi. Ba’zân ders okudur iken hâtunlar gelüb efendi bize çârşudan filan şeyi alıver derler idi. ‘Aziz dahî dersi bırakub ol hâtunun hıdmetine gider ve anı görür ba’dehû yine dersiyle meşgûl olur idi. Talebeleri efendim, kerem eyle bize, emir eyle biz görelim, siz dersiñizden kalmayıñ deyince Hazret buyururlar idi ki: Eger benim dersim size lâzım ise siz beni bekleyiñ, bana da lâzım olan hidmet-i mü’minîndir. Zirâ benim ‘ındimde bir mü’minin kalbine ferah ilkâ eylemek dünya ve mâ fîhâdan hayırlıdır buyururlar idi.
Kâle eş-Şeyh Kuddise Sırruhû; İnne kesrate’l-kelâmi yümîtü’l-kalbe: Kesret-i kelâm kalbe kasvet îras ‘ider ve kalbi öldürür. Hattâ Sıddîk-ı Ekber Radıyallahu ‘Anh Hazretleri ekser-i eyyâmda mübârek agızlarına taş alub tutarlar idi, münebbih gibi olub çok kelâm söylemeyim deyû zamân-ı evâilde ba’zı müridler bu meslege sâlik olub agızlarına taş alurlar idi sükût iltizâm için.
Yekûlü’l-Fakîr (Gazzîzâde) Kesret-i kelâmın kalb mümîti oldıgının hikmeti oldır ki evvelen zikre mâni’ olur, sâniyen fikre mâni’ olur. Bir sâlik zikir ile fikirden kaldıkda gaflet gelüb kalbi ölür. Zamân-ı evâilde sâlikler üç sene beş sene ‘azîmetle sükûta mülâzemet iderler idi.
Hatta Fakîr birini gördüm; fukâra-yı Hindiyyeden Şeyh Türâb derler idi. Tamam üç sene kelâm tekellüm eylemedi, masâlihını işâretle ifâde ‘iderdi. Halk dahî her biri bir dürlü hakkında söz söyler idi. Bir gün Hazret-i ‘Azîzin huzurlarında idim, merhûm Şeyh Türâb Efendi ziyaretlerine geldi, bir mikdâr oturub gitdi. Hazret-i ‘Azîz buyurdılar ki: Bu bir ashâb-ı kulûb ve erbâb-ı hâl ve ‘ınde’l-lâh mahbûb bir zâtdır deyû hüsn-i hâline şehâdet eylediler. Vâkı’â mücâhid ve zâkir ve mukaddem bir zât-ı kerîm idi. Cebel'de Kozagaç nâm üç beş ‘evlü bir köyde bir tekye binâ idüb anda ‘uzlet üzre iken bin iki yüz yirmi sekiz târihlerinde vefât idüb zâviyesine defnolundu.
Kâle eş-Şeyh Rahimehu’l-lâh buyururlar ki: Tahmas iklîm-i Bagdad'ı istilâ idüb vilâyetimiz olan Kerkük'i dahî gârât eyledi. Pederim ve vâlidem ile firar idüb selâmet mahalde bir karyede bir zaman sâkin oldıgımız hengâmla bu fakîr her gün Hadîkatü’s-Sü’edâ 'yı mutâla’a ider idim. Yine bir gün kitâb-ı merkûmı tilâvet eyler iken oldıgımız hânenin dıvarı üzerime yıkıldı ve bana zerre kadar zarar isâbet eylemedi. Pederim gelüb; oglum Allah Ta’âlâ seni bu kitab hürmetine masûn eyledi, deyû tebşîr buyurdu.
Kâle eş-Şeyh Kuddise Sırruhû; Hazret-i Mevlânâ Kuddise Sırruhû Belh'den diyâr-ı Rûm'u teşrîf buyurdular, eyyâm-ı gurbet ve kürbetde eyâ bizim bu diyâr-ı Rûm'a gelmemizde hikmet ne ola deyû teveccühde oldukda şöyle ilham olundı ki: Hazretin Rûm'a teşrîfi ancak ehl-i Rûm'ın irşâdı ve istirahâtı içündür, binâ’en ’aleyh ehl-i Rûm'ın bürûcına nazar buyurdular. Rûm'ı zühre nazarında buldular. Zührenin hâli zevk u şevk u tarbdır. Ehl-i Rûm'ı tarîkat-ı ‘aliyyelerine tâlib eyleme içün işbu nây ve kudûm ve semâ’ı îcâd ve mevzûn-ı kelâmın dahî erbâb-ı tab’-ı latîfe te’sîri ziyâde oldıgından Mesnevî-’i Şerîf 'i dahî te’lîf eylediler. Nefe’anâ’l-lâhu bi-berekât-ı feyzihî Âmîn. (O’nun feyzinin bereketiyle Yüce Allah bizleri de faydalandırsın. Âmîn)
Kendisinden sonra Emîniye Dergâhı’nda hizmet veren şeyh efendiler şunlardır:
Ubeydullah Efendi
Mehmed Emîn Efendi
Ahmed Bahâeddîn Efendi
Mehmed Âgâh Efendi
Reşad Efendizâde Rauf Efendi
Bahsetmemiz gereken diğer bir şahsiyet de Kerkükî’nin torunu Fatma Hanım’ın oğlu Senih Efendi (i.1900)’dir. Bürokrasinin değişik alanlarında hizmet veren bu Mevlevî dervişi Surre Alayı Emîni olarak mukaddes mekânlara doğru giderken doğduğu şehre de uğramış, dedesinin kabrini ziyaret etmiştir. Bu esnada yaşadığı duygularını yâdigâr olarak bize bırakmıştır:
Eyledi Hâce Emîn Âgâh Efendi irtihâl
Kim anınla neş’e-yâb idi cihân-ı Nakşbend
Zât-ı pâk idi kemâl-i izz ü istihkâk ile
Nuhbe-i rûşen-dildân-ı âsitân-ı Nakşbend
Kâşifü’s-sırr-ı kitâb-ı Mesnevî-i Ma’nevî
Tercemân-ı nüsha-i Rûhu’l-Beyân-ı Nakşbend
Burc-nesl-i Gavs-i Geylânî’den irdi bir hilâl
Oldı ammâ sonra bedr-i âsumân-ı Nakşbend
Mahzen-i esrâr-ı şâh idi fu’âd-ı âgehi
Hep ‘ıyân olmuş ona râz-ı nihân-ı Nakşbend
Ol sîr-âb-ı zülâl-i hoş-güvâr-ı ma’rifet
Cûy-ı feyzinden nice leb teşnegân-ı Nakşbend
Hazret-i Neş’et Selim u Vahyî vü Behcet Hüsam
Himmetiyle oldular dil-sîr-i hân-ı Nakşbend
Eyledi feyz-i ‘amîmi sırr-ı istihlâf ile
Her birinin bir mürşid-i sa’d-i akrân-ı Nakşbend
Yetmiş iki yıl mukaddem kıldı sâl-i hâlden
‘Azm-i dîdâr ol ‘azîz-i kâm-rân-ı Nakşbend
Söyledi târîh-i mu’cem şimdi neslinden Senih
Göçdi Allah’a Emîn-i hâcegân-ı Nakşbend
Mehmed Emîn Kerkükî’nin türbesinde tablo halinde bulunan 28 beyitlik medhiye ise, Bakırcılar kethüdası, Dîvân Sahibi Reşid Efendi (i.1816)’ye aittir. Yâdigâr sahibi geçen yüzyılda bunu yazıp bize nakletmeseydi ona da sahip olamayacaktık:
Kutb-ı zaman-ı yümn şimâlin de merkezi
Gaybın ricâli dâ’iresinde bulur âmân
Şâh-ı ledün hazîne-i ‘ilm-i İlâhda
İklîm-i ‘ilm ü ma’rifete oldı pâs-bân
Mesned-nişîn-i ma’rifetin ser-firâzîdir
Cisminde feyz-i genc-i hakîkat-nümâyân
Tevhîd-i zikr-i Hazret-i Perverdigârla
Buldu temâm-ı mertebe-i ‘ışk-ı câvidân
Sa’y-i beliğ u himmet idüp sûz-ı ‘aşkla
Çekdi cihân mülkine tuğra-yı ‘ârifân
İcrâ-yı hüsn-i himmet-i pîrâna muktedâ
Hem pây-ı silk-i mürşid ile reh-rev-i revân
Şeyh-i cihân-ı ma’rifet-i mürşidân-ı Hak
Seyyid Emîn Efendi ser-firâz-ı ‘âşıkân
Cevher-nigîn-i silsile-i Şah-ı Nakşbend
Nûr-ı cebîn zühre-i memdûh-ı ‘âşıkân
Nakş-ı hayâl-i zülfine bağlandı yârinin
Zincir-i subh-ı vuslatını buldu râygân
‘İlm ü ‘amelinde fâzıl-ı yektâ ve bî-nazîr
Fazl-ı hünerde nâdire-i devr-i âsumân
Bi-z-zât sâf-ı ‘ârif-i bi’l-lâhi âşikâr
Olmış safâ-yı bezmine ‘ışk ile hemân
“Yâd-kerd” “Hoş-derdem” ile “nazar-ber-kadem”
“Halvet-der-encümen”de “sefer-der-vatan” bulan
Oldı vukûf-ı kalbî ile vâkıf-ı zamân
Kıldı müdâm ‘azîmetle Hatm-i hâcegân
Takva yolunda zühd ile Bâyezid nihâd
Eser-i vera’da rüşd ile ol şeyh-i kâmrân
Sahbâ-yı ‘aşk-ı dest-i muhabbetde ber-devâm
Pürneş’e pâydâr müdâm oldı her zamân
Pâ-der rikâb-merhale-i câvidân iken
Buldı kuvây-ı hâtırı tâ sûy-ı câvidân
Sahrâ-yı mülk-i ‘ışk-ı hakîkatde şevkle
İtdi kenâr-ı mesned-i gülşen-sarây-ı cinân
Nûr-ı ‘ibâdâtıyla cihân ola dâ’imâ
Sîr-âb-ı feyz-i pertev-i envâr-ı müste’ân
Rûh-ı fütûh-ı kuds-i pür-enveri ile
Ya Rab münevver ola süveydâ-yı dilde cân
Lü’lü-feşân çeşm-i terim cûy-bârına
İşhâd-ı cümle-i halk-ı cihân etdiler figân
Âh ol emîn-i vahdet ve sultân-ı ma’rifet
Göçdi bekâyı eyledi bi’z-zât âşiyân
Halk-ı cihân degil yalnız sûz-nâk olan
Dâmen-keşân-ı bezm-i bükâ oldı kudsiyân
Olsun sarây-ı gülşen-i me’vâda kâmyâb
Bulsun nisâb-ı kâmilesi ‘arş-ı sâyebân
Allah feyz-i enver-i rûhıyla feyz-yâb
İtsün mahabbetle mürîdânı her zamân
Hasedin degil egerçi beyân eylemek velî
Böyle olur zuhûr-ı hayâlât-ı şâirân
Târîh-i hîn-i fevtine bu mısrâ’ın ile
Râşid-i hakîr-i bende-i dîrînesi yazan
Kıldı Emîn Efendi bekâ semtini makâm
Oldı Emîn Efendi baka semtine revân
Bugün Bursa’da Gökçen ailesi özellikle Memduh Gökçen ve kızı Şukûfe Gökçen Emîniye Dergâhı ve Kerkükî kültürüne sahip çıkmaktadır. Banu Demirağ, ailenin tarihini görsel malzemelerle birlikte Manolya Ağacının Kökleri (İstanbul, 2000) isimli eserinde geniş bir şekilde anlatmış, torunların hâtıralarını tesbit ederek son iki asrı bir başka açıdan aydınlatmıştır.
Kerkükî’nin vefatına düşürülen tarihle şimdilik noktayı koyuyoruz:
Mesnevîhândır geldi, Kerkük’ten Bursa’ya Hû
Emîniye’yi kurdu gönüller şenledi Hû
Gelsin yediler cem’an söylesinler tarihin
Mehmed Emîn Bursevî “ŞEYH KERKÜKÎ HAY U HÛ”
1228