Anadolu’nun siyasî bakımdan çözülüş asrı olan XIII. yy. diğer taraftan tasavvuftan beslenen büyük bir fikrî ve edebî canlılığa da tanıklık etmiştir. Sonraki bütün fikrî ve edebî gelenekleri derinden etkileyen Hazret-i Mevlânâ, Yûnus Emre, Hacı Bektâş-ı Velî, Ahî Evran ve Âşık Paşa pek az bir zaman farkıyla hep bu asırda yaşamıştır. Bu zevât arasında bilhassa irfân dünyamızın biri güneşi, diğeri ayı olan Hz. Mevlânâ (1207-1273) ve Yûnus Emre (1240 -1320)’nin emsalsiz bir mevki’i vardır. Biz de bu kısa yazımızda bu iki dâhi şahsiyet arasındaki fikrî ve hissî yakınlığı ele almaya çalışacağız. Öncelikle belirtelim ki Fuat Köprülü’nün de isabetle teşhis ettiği üzere Yûnus Emre, Mevlânâ’nın Farsçayla ifade ettiği tasavvufun yüksek hakîkatlerini devrin az işlenmiş Türkçesiyle, ulaşılması imkânsız bir kudrette ifade etmesini bilmiştir. Aynı mânâ kaynağından beslenen ve hâdiselere aynı mânevî pencereden bakan Mevlânâ ve Yûnus arasında çok derûnî bir his ve fikir akrabalığı söz konusudur. Bu akrabalığı bir etkileme ve etkilenme olarak kabul edersek etkilenen tarafın Mevlânâ’dan yaklaşık elli sene sonra vefat eden Yûnus Emre olacağı tabîidir. Nitekim Yûnus’un aşağıdaki beyitleri, gençliğinde Mevlânâ ile görüştüğünü ve onun sohbetlerinde bulunduğunu haber vermektedir:
Mevlânâ sohbetinde saz ile işret oldu
Ârif mâniye daldı kim biledi ferişte (T.301/7)
Mevlânâ Hudâvendigâr bize nazar kılalı
Anın görklü nazarı gönlümüz aynasıdır (T. 64/4)
Bir gönül ele getir feragat ol geç otur
Konya şehrinde yatur ol iki sultan kanı (T.396/13)
Yine de iki şâir arasındaki bir metin karşılaştırması bize doğrudan iktibas kapsamına girebilecek pek az malzeme verir. Bunun birkaç sebebi vardır. Bir kere Mevlânâ’nın Mesnevî’si az çok planı olan didaktik/öğretici bir eserdir. Mevlânâ dönemin eğitim anlayışına uygun olarak eserinde sık sık nükte ve hikâyelere başvurur. Mesnevî’nin bu hikâyeleri sonraki birçok mesnevî yazarı tarafından kâh ilham, kâh iktibas sûretiyle kullanılmıştır. Böyle aynı türden eserler arasındaki benzerliği yakalamak hayli kolaydır. Ancak bu hikâyelerle tür bakımından tamamen farklı bir eser olan Yûnus Dîvânı’ndaki kısa şiirler arasında bir olay benzerliği olamayacağı açıktır. Diğer bir güçlük Yûnus’un başkasından aldığı her motifi ve her fikri, gönül potasında eritip kendi öz malı haline getirmesini bilen has sanatkâr şahsiyetidir. Bu bakımdan iki şâir arasındaki benzerliği şekilden ziyade muhtevada ve ruhta aramak daha isabetli bir tutum olacaktır. Biz de aşağıda küçük konu başlıkları altında bu müşterek tarafları görmeye ve göstermeye çalışacağız.
İnsan Telakkisi
Gerek Mevlânâ’da, gerekse Yûnus’ta baskın temlerden biri insanın mâhiyeti ve değeridir. Aşağıdaki beytinde insanın tenle canın buluştuğu ikili yapısına dikkat çeken Mevlânâ, bu iki unsurun değerini açıklarken kese ve para örneklerini kullanır:
Kıymet-i hemyân u kîse ez-zerest
Bî-zer an hemyân u kîse ebterest (3/2546)
(Kesenin ve cüzdanın kıymeti içindeki altından gelir. İçinde altın olmayan kesenin hiçbir kıymeti yoktur.)
Aşağıdaki beytinde Yûnus da aynı fikri nerdeyse aynı benzetmelerle açıklıyor:
Bilimedin sen seni sadefde ne gevhersin
Mısır’da sultan iken Ken’ân arzu kılursın (T.255/4 )
Yani; “Sen ten sadefindeki bir inci gibisin ama kendi kıymetinin farkında değilsin ve teni cana tercih etmedesin! Peki, bu neye benzer? Mısır hazinesine sahip iken Ken’ân çölüne gönül bağlamaya!”
Mevlânâ’ya göre şekil aldatıcıdır; insan görünmek başka, insan olmak başkadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.)’le Ebû Cehil ve Hz. Mûsâ (a.s.) ile Firavun da şekil bakımından birbirlerine benzer ama bunların insanlık dereceleri arasındaki fark sınırsızdır:
Ger be-sûret âdemi insan budî
Ahmed ü Bu-Cehl heme yeksân budî (1/1060)
Per hemân u ser hemân heykel hemân
Musiî ber-arş u Firavnî mehân (6/3032)
(Eğer insan şekille insan olsaydı Hz. Peygamber’le Ebû Cehil eşit olurdu. Kolu, kanadı, bedeni aynı olan Mûsâ arşta iken, Firavun aşağıların aşağısında...)
Aynı fikirler Yûnus’ta şu şekilde dile gelir:
Bu âdem dedikleri el ayakla baş değil
İnsan mânâya derler sûret ile kaş değil
Yukarıda bahsedilen insanın bu ikili yapısı onda iki farklı çekime ve çekişmeye yol açar. İnsan iyi ile kötünün çatışma alanıdır. Yûnus Risâletü’n-nushiyye’de vücûdu bir şehre; nefs ve aklı ise bu şehri elde etmek için mücadele eden biri iyi, diğeri kötü iki krala benzetir. Mevlânâ’ya göreyse insan, söz konusu ikili yapısıyla Hz. Îsâ (a.s.) ile merkebi gibidir. Bu bakımdan o kendi ikili yapısının farkında olmalı ve süflî tarafını aklın üstüne çıkarmamalıdır:
Rahm ber-İsî kün ü ber-har mikün
Tab’ra ber-akl-ı hod server mikün (2/1871)
Mesnevî’de bu fikrin ifadesi olan diğer bir benzetmede akıl ve nefs, bu sefer Mecnûn ve devesine benzetilmiştir. Mecnûn devesine binmiş Leyla tarafına yönelmiştir, ancak yorgunluktan azıcık içi geçecek olsa deve gerisin geriye yavrusunun bulunduğu yere doğru koşar ve Mecnûn’u sevgiliden uzaklaştırır. Bu hal tekrar edince Mecnûn kendini deveden atıp yayan gitmeye niyet eder (4/60). Yûnus’un aşağıdaki beyti de aşağı yukarı bu fikrin değişik bir ifadesidir:
Yarımdan elçi gelir canımdan ulak diler
Merkepten inübeni yayan varasım gelir (T.46/9)
İnsanın Değeri
İnsanı yüceltmek bakımından hümanizmle zâhirî bir benzerlik içinde bulunan tasavvuf, bu yüceliği insanın bizatihî kendi değerine atfetmez, onun yaratılmışların en şereflisi olmasına bağlar. İnsan birkaçı hariç Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin pek çoğuna mazhar olmuş ve bu yüzden eşref-i mahlûk pâyesiyle onurlandırılmıştır. Mevlânâ’nın ifadesiyle insan bu özelliği bakımından Allah’ın tablacısı, yani bir nev’î vitrinidir. Nasıl dükkân sahibi sattığı her şeyin birer küçük nümûnesini vitrininde pazarlarsa Allah da görme, işitme, bilme, sevme vs. gibi özelliklerinden birer cüz’ünü insanda sergilemektedir. Bu fikir Yûnus’ta şöyle dile getirilir:
İnsan sıfatı kendü hak insandadır Hak doğru bak
Bu insanın sıfatına cümle âlem hayran imiş (T.125/4)
Dünya ve âhiret
Her iki sûfîde mevcûd kuvvetli bir benzerlik de dünya ve âhiret algısıyla ilgilidir. Bu fikre göre; insan ait olduğu kamışlıktan koparılmış bir kamış gibi aslî vatanından koparılmış ve dünya gurbetine gönderilmiştir. Mevlânâ insanla özdeşleştirdiği neyin yanık nağmelerini bu gurbet ve hasret duygusuyla açıklar. Vatanından ayrılan insanın orayı özlemesi ise tabîidir:
Her kesi k’u dûr mand ez asl-ı hiş
Bâz cûyed rûzigâr-ı vasl-ı hiş (1/4)
(Kim kendi aslından uzak düşerse hasretle tekrar kavuşacağı günü gözler.)
Ne var ki yücelere ait olan can bu özleyişle yanarken bedenin meyli toprağadır. Hz. Mevlânâ insanın hem göğe hem toprağa olan meylini hüviyetindeki ikili yapıya bağlıyor:
Can küşayed sûy-ı bala bâliha
Derzede ten der-zemin çengalha (4/1567)
(Can yücelere kanat çırpmada. Ten ise ayrılmamak için zemine tırnaklarını geçirmiş!)
Mesnevî’de insanın ruh ve beden ilişkisi sıklıkla kafesle o kafeste tutsak bir kuşun münasebetine benzetilir. Bu benzetmeye göre canın kurtuluşu kafesin kırılmasına bağlıdır. Hz. Yûnus da aşağıdaki beyitlerde, yukarıda özetlenen Mesnevî tavrına uygun biçimde, insanın bu dünya gurbeti ve ten kafesinden kurtulma cehdini ortaya koyuyor:
Uşadam bu kafesi yıkam hırs u hevesi
Zaif kılam bu nefsi ta aslıma ulaşam (T.227/2)
Ben bunda garip geldim ben bu ilden bîzârem
Bu tutsaklık tuzağın demi geldi üzerem (T. 103/1)
Diğer taraftan dünya hayatının, kısalığı bakımından, âhirete nisbetle bir nev’î hayal veya rüya oluşu fikri, Mesnevî’de sık sık karşımıza çıkan ana fikirlerdendir. Dünyanın sevinci de gamı da tıpkı rüyadaki sevinç ve keder gibi asılsızdır (3/100).
Aşağıdaki beyitte Yûnus’un da dünyayı rüyaya benzettiğini görüyoruz.
Âriflere bu dünya hayal ü düş gibidir
Kendüyi sana veren hayal ü düşten geçer (T.70/4)
Ne kadar değersiz de olsa insandaki dünya hırsı hiç bitmez. Bu hırs Mesnevî’de yer alan bir hikâyede insanı yutan bir ejdere benzetilir. Bir yılancı, dağ başında bulduğu donmuş bir ejderi öldü sanarak şehre indirmiş ve üstü çulla örtülü ejderi para mukabilinde seyretmek üzere halkı meydana çağırmıştır. Ancak yılancı aşırı hırsından işi uzatınca yükselen güneşin tesiriyle buzu çözülen ejder -yılancının ihtiyaten bağladığı- iplerini kırmış ve bir hamlede sahibini yutmuştur.
Yûnus dünyayı insanı yutan bir evrene (ejdere) benzettiği aşağıdaki beytinde bu hikâyeden ilham almışa benziyor:
Bu dünya bir evrendir âdemleri yuducı
Bize dahı gelüben yuda toyuna bir gün (T.246/2)
Her sûfîde karşımıza çıkan dünya hakkındaki olumsuz fikirlere karşı gerek Hazret-i Mevlânâ gerek Hazret-i Yûnus insanın dünyevî görevlerini ihmal etmemesi konusunda hemfikirdirler. Mevlânâ;
Çist dünya ez Hüdâ gâfil şüden
Ney kumaş u nukre vü ferzend ü zen (1/1024)
(Dünyadan kasıt; çoluk çocuk, kumaş, para kazanmak kabilinden şeyler değildir. Dünya demek Hak’tan gafil olmaktır.)
beytiyle olumsuzlanan dünyadan kastın ne olduğunu ifade ederken Yûnus da aşağıdaki beytinde dünya karşısında dinamik ve faydalı bir derviş portresi çiziyor:
Dürüş kazan ye yedir bir gönül ele getir
Yüz Kâbe’den yeğrektir bir gönül ziyareti (T.380/4)
Dünyadaki Görev, Bilmek ve Olmak
Mesnevî’nin bütününe göre insanın dünyadaki görevini, ‘bilmek’ ve ‘olmak’ kelimeleriyle özetleyebiliriz. Bütün klasik ahlâkçılar gibi Hz. Mevlânâ, bilgiye, amelî değerine ve insan hayatına bir güzellik olarak katılıp katılmamasına göre bir değer biçer. Ona göre lâzım olmayan ve kullanılmayan bilgi, sahibinin sırtına sadece yüktür. O aşağıdaki beyitte bu tip ilim sahiplerini kınıyor:
Ey besâ âlim zi-dâniş bî-nasib
Hâfız-ı ilmest ân kes ni-hasîb (3/3060)
Hazret böyle insanları şöyle azarlar: “Ey fetva veren! Sen gerçi câiz olanı olmayanı bildin ama kendi nefsin acaba bunların hangisi üzere! Her meta’ın kıymetini bilirsin de kendi kıymetini bilmeyen ahmaksın. Uğurlu uğursuz yıldızları biliyorsun da kendin uğurlu musun, uğursuz mu haberin yok.” (3/100)
Hâsılı bütün bunlardan çıkan sonuç kişinin öncelikle kendi kendisini bilmesi, kendisine lâzım olmayan şeylerle oyalanmamasıdır. Yûnus Emre de şu mısralarda aynı hakîkati ifade ediyor:
İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır
Okumaktan mâni ne kişi Hakk’ı bilmektir
Çün okudun bilmezsin ha bir kurı emekdir (T.91/1,2)
Diğer taraftan bilgi, kaynağı bakımından da iki türlüdür; çabayla kazanılan kesbî bilgi ve Hakk’ın bağışı olan vehbî yahut gönül bilgisi. Mevlânâ bu iki bilgi çeşidini aşağıdaki benzetmeyle karşılaştırıyor:
Yek çeşme-i âb ez-derûn-ı hâne
Bih z’an cûyi ki ân z’i birûn âyed
Yani, evin içindeki çeşme dışarıdaki ırmaktan daha iyidir. Çünkü dışarıdan gelen su, gün gelir kesilir ama içerdeki su emniyettedir.
Cehdle kazanılan kesbî bilgiye mukabil, vehbî bilgi arı gönle gönderilen ilâhî bir hediyedir. Bu iki bilgi çeşidi Mesnevî’de, Rum ve Çinli ressamların müsabakası bahsinde temsilî olarak anlatılmıştır. Yûnus da kendi şiirlerinin kitabî bilgi eseri değil, gönül meyvesi oluşuyla müftehirdir.
Âlimler kitap düzer karayı aka yazar
Gönüllerde yazılır bu kitabın sûresi (T.378/7)
Bu tür bilgi ancak aşkla ve arınmayla kazanılır. Gönüldeki aşk kitabını okuyanın artık başka kitaba ve bilgiye ihtiyacı kalmaz:
Ben bu ışk kitabını okıdum tahsil kıldım
Hâcet değildir bana ağa kara yazaram (T.171/2)
Olma Vâsıtası Olarak Aşk
Gerek Hz. Mevlânâ ve gerek Hz. Yûnus’un eserlerinde aşk insanın mânevî eğitiminde merkezî bir önem taşır. Her iki şâir aşkla yanmış, yunmuş, arınmışlar, kâinatâ ve hâdiselere aşk gözlüğünden bakmışlardır. Mevlânâ aşkı aynı zamanda bir terbiye metodu olarak tarif eder. Buna göre insanın/mürîdin nefsi soğuk demire benzer, aşk ise ateştir. Soğuk demir dövülmekle şekle sokulamaz. O önce ateşe girmeli ki yumuşasın, muma dönsün ve demirci ustasına benzeyen şeyhin elinde yeni bir kalıba dökülebilsin. Mevlânâ, bu mânevî doğuşu ikinci doğuş olarak niteler. (3/3599) Aşağıdaki mısralarda Yûnus Emre de aşka, benzer mânâlar yüklüyor:
İşitin ey yârenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül misali taşa benzer
Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer
Aşkı var gönül yanar yumşanur muma döner
Taş gönüller kararmış sarp katı kışa benzer (T.66/1-3)
Mevlânâ âşık olmayan kişileri iğnelemek için şu hoş nükteyi zikreder: Bir gün imam vaaz ederken içeriye giren biri imamdan kaybolan eşeği için yardım ister. İmam cemaate döner ve hayatında aşkı tatmayan biri olup olmadığını sorar. Zâhidlerden biri, evet anlamında elini kaldırınca vâiz eşeğini arayana dönerek; “Müjde eşeğin bulundu. Git eşeğini al ve hayrını gör.” der.
Yûnus da aşksız insanları tezyif konusunda selefinden aşağı kalmıyor:
Işksızlara verme öğüt öğüdünden alur degül
Işksuz kişi hayvan olur hayvan öğüt bilür degül (T.157/1)
Peki ama aşk nedir? Aşk bir taraftan cümle âlemin malûmu, diğer taraftan da meçhulüdür. Çünkü aşk sadece yaşayanın bildiği öznel bir haldir. Mevlânâ ve Yûnus’un aşağıdaki beyitleri bu fikrî ifadede birleşiyor:
Pürsîd yekî ki âşıkî çist
Güftem ki çü men şevî bidâni (Mesnevî, c.2, önsözden)
(Biri bana; “Âşıklık nedir?” diye sordu. Dedim ki; “Benim gibi ol da bil.”)
Şimdi de Yûnus’a kulak verelim:
Âşıkların halini âşık olanlar bilir
Işk bir gizli haznedir gizli gerektir esrar (T.26/7)
Hz. Mevlânâ, aşkı ibadetlerin özü olarak niteler. Çekirdek için öz neyse ibadet için de aşk ve istek odur. Eğer ibadetten istenen netice hâsıl olmuyorsa bu, amel çekirdeğinin aşk özünden mahrum olmasındandır. Hz. Yûnus da benzer tarzda aşkı ibadetin kabul şartı sayıyor:
Miskin Yûnus zehr-i kâtil ışk elinde tiryak olur
İlm ü amel zühd ü taat bes ışksız helal olmaya (T.5/7)
Her iki büyük sûfî şâirin aşk kavramı etrafındaki temel dikkatlerinden biri de aşkın taşıyıcısı rolündeki sûfînin/sûfîliğin hakîkati üzerinedir. Hiçbir kalıba sığmayacak coşkunluktaki Mevlânâ’ya göre sûfîlik bir kılık-kıyafet yahut âyin-erkan işi değildir; sûfîlik adı üstünde saflaşmak, nefsi arındırmaktır:
Hest sûfi an ki şüd safvet taleb
N’ez libâs u sûf u hayyâti vü de’b (5/364)
Yûnus da aşağıdaki veciz ifadeleriyle bu hakîkate iştirak ediyor:
Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil
Gönlü derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil
Hırkanın ne suçu var sen yoluna varmazsan
Vargıl yolunca yürü er yolu kalmaç değil (T.162/1-2)
Dervişliği sanma heman sûret düzmek ile olur
Dilde ise senin işin ışk neylesin senin ile (T.347/5)
Hz. Mevlânâ, Mesnevî’nin ilk beytinde arınmayı bir ney metaforu ile açıklar. İçi dolu olan ham kamışın ne sesi vardır, ne soluğu. Ama iyi bir elde gerekli işlemlerden geçen kamış büyüleyici sesler çıkaran bir ney’e dönüşebilir. Hakîkî arınma gerçekleştiğinde neyzenin elindeki ney’in yaptığı şeyi ilâhî, soluğa mazhar olan insan da yapmaya başlar. Bu insanın hareketleri görünüşte kendisine, hakîkatte ise onu çekip çeviren Sahibine aittir. Mesnevî’de sıklıkla geçen bu benzetme Yûnus’ta da karşımıza çıkıyor:
Varlığım sendendir ben bir aletven
Sun’ ıssı sunmasa alet kurulmaz
Alet ü hareket kamu senündür
Anınçün işine kimse karılmaz (T.107/5-6)
Allah Anlayışı
Mevlânâ ve Yûnus’u birleştiren ve orijinal kılan ana damar her iki sanatkârdaki tecellîye dayalı Allah idrâkidir. Pek çok sûfî için nazarî bir gerçeklik olan tecellî, bu iki şâir için hakîkatin ta kendisidir. Buna göre varlık âlemî, ilâhî tecellîlerin meşheridir; mevcûd her şey ve her hâdise O’ndandır, O’nadır, O’nunladır. Gâfilin gözüne duvar kesilen vesile ve bahaneler, ârifin gözünde hakîkatin yüzündeki şeffaf tüller gibidir. Bütün sebepleri teke irca eden bu vahdetçi idrâk tarzı, âşık için kâinâtta Hak’tan başka muhatap bırakmaz. O başına her ne gelirse O’ndan bilir, sadece O’nu görür, O’ndan korkar ve O’ndan umar. Cenâb-ı Hakk mutlak hayır olduğu için O’ndan gelen -ve sıradan kişi için hayır ve şer gibi muhtelif sûretlerde görünen- her tecellî de âşık için bir mutluluk kaynağıdır.
Şimdi Mevlânâ ve Yûnus’ta bu fikri özetler mâhiyetteki bazı örneklere yer verelim. Mevlânâ, perdeleri yırtan bir gözün kâinâtta nereye bakarsa baksın sadece Hakk’ı göreceğini söylüyor:
Ger dü çeşm-i Hak-şinâs âmed türâ
Dost pür bin arsa-i her dü-serâ (6/3261)
Yûnus’a göre de Hak cihâna doludur ve insandan bir an bile ayrılmaz:
Hak cihâna doludur kimsene Hakk’ı bilmez
Anı sen senden iste o senden ayrı olmaz (T.103/1)
Yürür isem önümdesin söyler isem dilimdesin
Oturursam yanımdasın ayrukda ne bazarım var (T.43/2)
Baksam seni görür gözüm söyler isem sensin sözüm
Seni gözetmekten dahi yeğrek şikarım yok durur (T.52/2)
Yûnus Emre gözün aç bak iki cihân top-dolu Hak
Sıdk oduna gümanı yak ol eşkere pinhândadır (T.54/1,2,9)
Her yerde Hakk’ı görmek namaza da yeni bir boyut kazandırıyor. Mademki âşık her yerde Hakk’ı görüyor; demek ki her an huzurda ve her an mânevî bir namazda... Mevlânâ şerîatın emri olan namaz yanında sadece âriflerin kıldığı bir ‘dâimî namaz’dan bahsediyor:
Penç vakt âmed namaz-ı rehnümun
Âşıkanra fi salât-i dâimun (6/2694)
Hz. Yûnus da aşağıdaki beytinde imamı aşk olan böyle bir dâimî namazı tarif etmekte...
Aşk imamdır bize gönül cemaat
Kıblemiz dost yüzü dâimdir salât (T.20/1)
Hz. Mevlânâ kul-Tanrı münasebetini âşık-ma’şûk ilgisine benzetir. Âşığın günü, gündeliği, havası, suyu sevgilidir. O tıpkı iki dünya nimeti olarak sütten başka bir şey bilmeyen emzikli bebek gibidir:
Rûz-ı o vü ruzî-i âşık hem o
Dil hem o dilsûzi-i âşık hem o
Hem-çü tıflest o zi-pistan şir-gir
O nedâned der-dü âlem gayr-ı şîr (6/153)
Kâinât Hakk’ın tecellîsinden ibaret olduğuna göre insan her neyi severse sevsin hakîkatte tek bir şeyi sevmiş sayılır. Hz. Mevlânâ bu durumu bin bir ayna kırığında yansıyan güneş ışığına benzetir. Zâhir ehlinin gözü aynadaki ışığa bağlanmıştır, ârifin bakışı ise o ışığın kaynağına gider. Ancak dışarıdan bakanlar bu tefriki yapamazlar. Aşağıdaki iki beyitte Hz. Yûnus bunu dile getiriyor:
Kaçan gülde görür dostun cemâlin
Çağırır ki beni deli şol eyler (T.95/2)
Bizim halimizden bilen kimdir aşka münkir olan
Bizim sevdiğimiz Hak’dır bu halka göz ü kaş gelir (T.92/5)
Peki ama Hak neden perdesiz tecellî etmiyor? Mevlânâ bunu îzâh için güneş ve ateş örneğini kullanır. Güneş hayat kaynağıdır ama dünyaya fazla yaklaşırsa her şeyi kavurur. Keza tavasız olarak pişirilen yemek de yanar kül olur. Yûnus da Hakk’ın nikab içinde bulunuşunu aynı gerekçeye bağlıyor:
Sevildün cümle âleme henüz nikab içindesin
Bir dem perdesiz yürisen iki cihân olur helâk (T.144/3)
Mevlânâ aşağıdaki beyitte Hak’tan gelen cefâyı bile ağyârın vefâsına tercih ediyor. Esasen başkalarının vefâsı da O’nun vergisi değil midir?
Ey cefayet bih zi-ahd-ı vâfiyan
Hem zi-dâd-ı tüst ahd-ı bâkiyan (5/1533)
Sevgili açtığı için Yûnus da yarasından memnun:
Yudum yaramı sildüm yaram kimdendür bildüm
Bana yârum kayusı yaram kayusı degül (T.165/4)
Sık sık Hakk’ın lûtfu kadar cevrine de âşık olduğunu ifade eden Mevlânâ gibi Yûnus’un gözünde de iyi, kötü kahır/lûtuf gibi ilâhî tecellîler aynı değerde:
Ağlamak gülmek âşıka, dirilmek ölmek âşıka
Kahırla lûtfı bir bilir bilmez melul olduğunu (390/4)
Şer de Hakk’ın hediyesi olduğunu göre Yûnus kimden ve niçin korksun:
Hiç ayruk ben korkmazam ya bir zerre kayurmazam
Ben imdi kimden korkayın korkduğum-ıla yar oldum (T.176/2)
Hâsılı âşık için sevgili her şeydir. O’nun varlığı da diriliği de Hak’tandır.
Ansuz olursam ölürem anunla diri oluram
Siz sanmanuz ki dirliği hemişe candan dutaram (T. 180/6)
Bu her şeyi Hakk’a irca eden bütüncül kavrayış, sûfîlerde kâinâtta her şeyin yerli yerinde olduğu fikrine yol açar. Bunun sonucu ise tam bir rıza hali ve mutluluk hissidir. Mevlânâ bu durumu şu nükteyle ifade ediyor:
Behlül bir dervişe; “Nasılsın?” diye sorunca beriki demiş ki; “Dünyada her iş tam istediği gibi olan biri nasıl olursa öyleyim. Güneş istediğim zaman doğup istediğim zaman batıyor. Nehirler istediğim yöne akıyor. Rüzgârlar gönlüme göre esiyor. İstediklerim doğup, istediklerim ölüyor. Daha nasıl olayım!”
Behlül yine sormuş: “Her şey nasıl oluyor da senin isteğine uygun düşüyor?”
“E, değil mi ki bütün olup bitenler, Hakk’ın murâdına tâbî... Ben de kendi isteklerimi bırakıp O’nun isteklerini istek edindim. O halde her şey tam benim istediğim gibi.”
Yukarıdaki tavra uygun olarak tam bir rıza içindeki Yûnus da görünüşte halktan gelen eziyetleri gönül hoşluğuyla ve memnuniyetle karşılıyor:
Her kim bizi yerer ise Hak dileğin versin ana
Urmaklığa kasd edenin düşem öpem ayağını
Her kim bize taş atarsa güller nisar olsun ana
Çerağıma kast edenin Hak yandırsın çırağını (T.376/4-5)
Ölüm ve Dost’a Dönüş
Yukarıdaki anlayışı ölüm bahsine de tatbik eden Hz. Mevlânâ çok orijnal ve mûnis bir ölüm anlayışına ulaşıyor. Ona göre ölüm aslında ruhun ten ve dünya kafesinden kurtulması ve ilâhî âleme doğması için yaşanması zarûrî olan bir süreçtir. Ruh için ölüm yoktur ki hakîkatte ölüm olsun. Hâsılı; “Ölümün çirkinliği gidince o hal artık ölüm olmaz. Zâhiren ölüm gibiyse de aslında o bir kavuşmadır.” (4/177) Mevlânâ bu fikri daha da ileri götürür ve ölümü bir nev’î bayram yahut düğün (şeb-i arûs) olarak düşünür. Ölümün mecâzî oluşu Hz. Yûnus’ta da çok veciz ifadelerle dile getirilmiştir. Bu ifadelerden bazı örnekler verelim:
Ten fânîdür can ölmez çün gitti girü gelmez
Ölür ise ten ölür canlar ölesi değül (T.158/2)
Âşık öldü diyü salâ verirler
Ölen hayvan durur âşıklar ölmez (T.113/8)
Ölümden ne korkarsın korkma ebedî varsın
Çünkim işe yararsın bu söz fâsid davadır (T.33/2)
Ko ölüm endişesin âşık ölmez bâkîdir
Ölmek senin nen ola çün canın ilâhîdir (T.33/1)
Yukarıdan beri verdiğimiz iki sanatkârın muhtelif konulardaki fikir ve his müşterekliğine ait örnekler, şüphesiz bu konudaki malzemenin ancak küçük bir kısmını temsil edebilir. Bu ferdî ahlâk telakkileri yanında her iki sûfî-şâirin evrensel ahlâk anlayışları bakımından da fazlasıyla benzeştiği bir hakîkat ise de ayrı bir yazı konusu olacak genişlikteki bu bahisten sarf-ı nazar ederek bu kadarıyla iktifa ediyoruz.
Karşılaştırmada kullandığımız metinler şunlardır: Amil Çelebioğlu; Mesnevî-i Şerif, Manzum Nahifî Tercümesi, Sönmez yay., c.1-6, İst.1967-72; F. Kadri Timurtaş, Yûnus Emre Divanı, İst. 1972
Prof. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı