Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hicrî 604 Rebîü’l-evvel ayında (Miladî takvime göre 30 Eylül 1207) bugün Afganistan’ın sınırları içinde kalan Belh şehrinde başlayan dünya ömrünü yine 672’de (17 Aralık 1273 Pazar günü) Konya’da tamamlayarak âhiret âlemine intikal ediyor.
Hazret-i Mevlânâ’nın babası, Hüseyin Hatibî oğlu Muhammed’dir. Bahaeddîn Veled olarak anılmış, kendisine Sultânü’l-Ulemâ diye de lakap verilmiş, yüce bir bilgindir.
Bahaeddîn, anne tarafından Hârizmşahlar hânedanına mensuptur. Babası büyük bir din bilgini ve çok saygın bir insandı. Sultânü’l-Ulemâ böyle bir ilim dairesinde yetişti. Gerek Hârizmşah gerekse Belh’liler tarafından çok hürmet görmüş biriydi ve aynı zamanda 1221 yılında dünyadan göçen Necmeddîn-i Kübrâ’nın, Kübreviyye tarîkatına mensuptu.Görülüyor ki Mevlânâ’nın doğup büyüdüğü bu mübarek ev bir medrese ve bir ilim yuvası hükmünü taşımaktaydı. Aynı zamanda burası büyük bir tasavvuf okuluydu.
Bu kısa tanıtımdan sonra, o vakitler bu coğrafyada yaşayan ilmî akımlara bir bakalım.
O yıllarda bazı Müslüman bilginler tarafından, Yunan felsefesinden tercümeler yapılarak fikrî bir akım başlatılmıştı. Bu durum İslâm ulemâsı arasında münakaşalara ve bazı düşmanlıklara da sebep olmuştu. Böylece bir felsefe hükemâsı meydana çıkmıştı. Bu durumda sûfîlerin büyüklerinden sayılan Bahaeddîn Veled de ister istemez bu duruma karşı çıkmış, kaynağı vahy olan bu mübarek dinin bu tür kimselerin elinde yozlaşmaya, bozulmaya doğru gideceğini bildiği için bu hususta haklı bir direnişe yönelmişti. Bu durum karşısında Sultanü’l-Ulemâ gibi düşünen ve vahyin gereğine uygun yaşamanın kesin doğru olacağına inananlar da vardı. Çünkü felsefeciler gibi düşünenler, din bilgilerini hep felsefenin mantığı ile izah etmekte idiler. Bu bir mânâda, inanca akıl katmaktan başka bir şey değildi.
Hüccetü’l-İslâm Gazzâlî, İbn-i Sinâ, Farabî gibi feylezofları küfür derecesinde görerek felsefecilere karşı Tehâfütü’l-Felâsife isimli meşhur eserini yazdı. Böylece bu felsefî görüşlerin din ile ilgisi ulemâ tarafından da reddedilir bir duruma gelmiş oldu. Bu asrın felsefeye en büyük hücumunu böylece Gazzâlî ortaya koymuş oldu.
Şüphesiz ki din hakîkati, Allah tarafından peygamberleri vasıtasıyla, kullarına duyurulmak istenen, kullarının Allah’ı tanıyarak, dünya hayatlarını bu doğrultuda yaşamalarını öğrenecekleri dupduru bir kaynaktan ibarettir. Bu müesseseye insan elinin müdahalesinin, bu müesseseyi rayından çıkaracak ve eski ümmetlerin başına gelen felaketlere erişmeyi hızlandıracak bir durum olduğu herkesçe âşikâr olarak bilinmektedir.
İslâm’ın ve Kur’ân’ın korunacağını, yüce kitabında beyân buyuran Rabbimiz, yüce kullarından olan velîler ve müceddidler göndererek vahyin korunmasını ve devamını sağlamıştır.
Bu felsefî akımların artarak devam etmesi Sultanü’l-Ulemâ’nın va’zlarına konu olarak girmiş ve karşı tarafta bulunan Fahreddîn Râzî gibi büyük bir müfessirin düşmanlığını çekmiş ve Fahreddîn Râzî’yi sayıp seven Hârizmşah’ın da husûmetine sebep olmuştur.
İslâm coğrafyasının her tarafındaki bu tür fikrî çatışmalar, bazı kavgaların da sebebi olagelmiştir. Bu fikrî çatışmalardan rahatsız olan Sultanü’l-Ulemâ, zarurî olarak hicret etmeye karar kılmıştı. Zaten kürsüsünde felsefeyi ağır bir dille eleştirmekte ve bu yolda yürüyenleri de bid’atçı ve acemî olarak kınamaktaydı.
Öyle ki Fahreddîn Râzî taraftarlarıyla Bahaeddîn Veled sûfîleri arasında bu durum bir düşmanlık derecesinde idi. Fahreddîn Râzî ile Mecdeddîn-i Bağdadî arasındaki kin haddi aşmış bir durumda idi. Bu yüzden Hârizmşah, Mecdeddîn-i Bağdadî gibi yüce bir zâtı Ceyhun nehrine attırıp boğduracak derecede de ileri gitmişti.
Böyle durumlardan ziyadesiyle rahatsız olan Sultanü’l-Ulemâ Bahaeddîn Veled, hicret ve hac hazırlıklarına başlamış ve yol hazırlıklarını tamamlamıştı. Bunu öğrenmiş olan Hârizmşah, kendisini yolundan alıkoymaya uğraşmış ise de Bahaeddîn Veled hacca niyetli olduğunu bildirerek yola çıkmış oldu.
İşte, ismi Muhammed Celâleddîn olarak konulan Mevlânâ böyle bir devirde dünya hayatına başlamış, bu fikrî akımlar arasında, babası tarafından kendisine dersler verilmek sûretiyle ilmî hayatını küçük yaşlarda tamamlamaya doğru yönlendirilmiş idi. Celâleddîn, çocuk yaşında dinî ilimleri kavramada hevesli ve çalışkan biri idi.
Kervanları Bağdat yoluna çıkınca ilk konak yerleri Nişâbur olmuştu. Şeyh Ferîdüddîn-i Attâr bu şehirde oturuyordu. Bahaeddîn Veled, burada bir müddet konakladı. Şeyh Ferîdüddîn-i Attâr daha bir çocuk olan Mevlânâ’ya Esrarnâme isimli eserini burada hediye etti. Şeyhin, Mevlânâ için Sultanü’l-Ulemâ’ya; “Bu çocuk ilerinin büyüklerinden biri olacak.” dediği ve Mevlânâ’nın büyüklüğünü keşf eden ilk insan olduğu bilinmektedir. Kafile buradan da Bağdat’a doğru yol almıştır.
Molla Câmî’nin beyânına göre bu kafile Bağdat’ta hürmetle karşılanmıştır. Bahaeddîn Veled burada bir medreseye yerleşmiş ve üç gün kalmış, büyük bilgin Sühreverdî’den büyük bir yakınlık görmüştür.
Hac yolculuğuna devam ederek tamamlayan Bahaeddîn Veled Malatya’da dört yıl kalmış, sonrasında Larende (Karaman)’ye yerleşmiştir. Bu şehirde on sekiz yaşına giren Hazret-i Mevlânâ Lala Şerafeddîn’in kızı Gevher Hatun ile evlendirilmiştir. Larende’de yedi yıl kalan kafile Selçuk Hükümdarı Alaeddîn Keykubat tarafından Konya’da ikamete davet edilir. Konya’ya girişlerinde hükümdar tarafından hürmetle karşılanan Sultanü’l-Ulemâ bu şehirde üç yıl kadar yaşayıp Hakk’a yürür. Mevlânâ, halkın ve ulemânın ısrarıyla medresenin başına geçerek müderrisliğe başlamış olur.
Konya’ya giriş zamanında Konya’da olduğu rivayet edilen ve Sadreddîn-i Konevî’nin annesi ile evli olan Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’nin bu karşılamayı seyrederken şöyle dediği rivâyet edilmektedir: “Irmak deryayı çekmektedir.” Bu sözü Şam’da söylediği de rivâyetler arasındadır. Burada ırmak baba, derya da Mevlânâ’dır. Bu durumu günümüzde doğrulayan Bediüzzaman, Mevlânâ’nın bir müceddid olduğunu îmâ etmektedir.
Hazret-i Mevlânâ niçin eserlerini Farsça yazmıştır? Selçukîler, evlerinde Türkçe konuşur, resmî yazışmalarda ve eğitimde Farsça’yı kullanırlardı. O gün için Türkçe ilmî durumları ihâtadan uzaktı. Esas sebep budur. Orta Asya’da birçok Türk kabilesinin Farsça konuştuğunu bilmekteyiz. Hazret-i Mevlânâ ve ataları da bu vaziyette evde Türkçe konuştukları halde yazarken, okurken Farsça’yı kullanırlardı. Çünkü Mevlânâ Mesnevî-i Mânevî’sinde ‘Ger Hindi guyem men Türkem’ demektedir. Zaten onların kullandığı Farsça İran Farsçası’ndan farklıdır.
Hazret-i Mevlânâ ve Şems konu edilecek olursa, Şems, Mevlânâ’yı keşf eden ve onu arayan bir velîdir. Ondaki aşkı coşturan bir rüzgâr, onu açan bir el gibi mütalaa edilmelidir. Çünkü her peygamberin ardından gelen velîler çoktur. Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.s.)’nın arkasından da birçok velî geldiği gibi her yüzyılda da bir müceddidin geleceği buyrulmuştur. Bu müceddidler bid’at ehlinin, akılcıların ve felsefenin hücumundan İslâm’ı korumakla görevlidirler. Yani İslâm’ın vahyin çizgisinde yürütülmesi için gayrettedirler.
Bediüzzaman, Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî-i Mânevî’si için bir Kur’ân tefsiri demektedir. Bu iki zâtın fikirleri tamamen örtüşen fikirlerdir. Öyle ki Bediüzzaman; “Ben, Mevlânâ’nın zamanında gelseydim Mesnevi’yi yazardım. Eğer Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur’u yazardı.” demektedir.
Hazret-i Mevlânâ vahyin ve sünnetin çizgisinden ayrılmayan bir bilgin, bir hikmet ehlidir. Kur’ân emirlerinden asla ayrılmayan bir yenileyici, bir mütefekkirdir. Biz onu böyle tanıyıp böyle anlatmadıkça tanıyamayız.
Burada sözü uzatmadan sizlere Molla Câmî’nin Mevlânâ hakkında yazdığı şiirin tercümesini sunalım.
Mesnevî-i Mânevî baksan eğer,
Donmuşa elbet yücelmek bahşeder.
Mesnevî bir haznedir âriflere,
Ejdehâdır anlamaz cahillere.
Gizli bir tefsiri esrârın odur,
Ehl-i tarîk hadîsi olmuş durur.
Mesnevî hem halka Hakk’ın nimeti,
İştiha ehline sunmuş daveti.
Mesnevî-i Manevî sunmuş şifa,
Kibre, hırsa, gaflete olmuş devâ.
Mesnevî ilacıdır her gafletin,
Bir yılan gaflet, o tutmuştur kesin!
Mesnevî hem, sade remzi açmıyor,
Allah’ın hazneyi açmış bekliyor!
Mesnevî Hak’tan rahatlık, derde has,
Küfrün iştahı kesen gerçek makas!
Mesnevî dilde rahat, canda sürûr,
Mesnevî ağzında sözdür, canda nur!
Yok denir dünyada Cennet-i Naîm;
Neydi bu Mesnevî, Ey Rabb-i Kerîm?
Bahtlılar üzre açılmış Mesnevî;
Cennet-i rûhânî sunmuş Mesnevî!
Mesnevî, Sinâ ve Mûsâ Mevlevî,
‘Lenterani’siz Mûsâ’dır Mesnevî!
Mesnevî’i kim okur akşam, sabah,
Bil haram olmuş cehennem, çekme âh!
Mesnevî-i Manevî’nin Mesnevî,
Oldu Kur’ân’ı lisanı Pehlevî!
Ben onu bilmem nasıl vasf eylesem,
Yok nebîlik, var kitâbı iş bu dem!