İnsanlık’ ve ‘tarih’ kavramları yan yana geldiğinde hayallerimizin bile alamayacağı çok geniş ve derin mefhumlara çağrı yapar. ‘İnsanlık tarihi’ ise binlerce toplumun ve medeniyetin yaşanmışlıklarını içine alan bir ifadedir. Fakat bu târihî süreç içerisinde bazı toplumlar, medeniyetler ve insanlar öylesine derin izler bırakmıştır ki ‘insanlık tarihi’ denildiğinde sadece bunları bile hatırlıyor olmak, sınırlarını çizemeyeceğimiz bu mefhumları âdetâ özetleyiverir.
Hiç şüphesiz Anadolu toprağı dünya tarihinin en müstesnâ medeniyetlerine ev sahipliği yapma hüviyetiyle insanların eriştikleri medeniyet çizgisini göstermek bakımından göz kamaştırıcı bir vitrin olmuştur. San’ata, ilme, inanca ve hatta kudrete sahip olduğunu düşünen birçok toplum kendisini bu topraklarda bütün cihâna göstermek arzu ve isteğinde olmuştur. Bu muhteşem vatan toprağı bilhassa Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleriyle insanlığın iftihar tablosu olmuş, Anadolu’nun bağrından fışkıran bu ruh, bütün dünyayı ilmi, inancı, ahlâkı, san’atı ve bilhassa muhteşem gönül insanlarıyla aydınlatmış, etkisi altına almış, bunları yaparken de gönülleri fethedebilmeyi başarmıştır.
Her fikir veya inanç insanlarla yaşar, medeniyet ise insanların temsiliyetiyle ifadesini bulur. Bu muazzam topraklardan öyle güzel ve mübarek bir insan yetişmiştir ki, insanlık; barış, inanç ve sevgiyi anlatmak istediğinde muhakkak o insana atıfta bulunmuş, onun ismini zikretmiştir. Aynı şekilde Allah Teâlâ ve Efendimiz (s.a.s.)’e gönül veren tevhîd ehli, aşk ve muhabbet davasının seçkin neferleri hep bu güzel zâta ve isme teveccüh göstermişlerdir. Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bu âlemi teşrîf ettiğinden beri imân, İslâm, barış, sevgi ve irfan mânâsının ete kemiğe bürünmüş ifadesi olagelmiştir.
Bu hiç tükenmek bilmeyen muhabbet damarı, günümüze kadar feyiz ve bereketini muhafaza etmiş; zaman zaman önü kesilse de, mecrâsı değiştirilmeye çalışılsa da yolunda ve izinde olan tâliplerine ve isteklilerine dermân olmaya devam etmiştir. Hiç şüphesiz bu durum, Allah Teâlâ’nın husûsî ikramı ve ihsanıdır. Ancak kalbi imân ve muhabbetle çarpan, bu toprakların vatansever, hürmetkâr insanları bu mânâya sahip çıkmışlar; hem sivil toplum makamında hem de siyâsî irade ve devlet nezdinde bu ocağı tüttürmek için ellerinden geleni yapmışlardır.
Bugün insanlık inanç, barış, sevgi ortamına ve temsile her zamankinden daha çok muhtaçtır. Hele inanç ve barış adına yapılan yanlış ve haksız davranışların toplumları derinden yaraladığı; umutları, hayalleri ve kalpleri söndürdüğüne şâhidlik ettiğimizde bu muhtaçlığımız daha âşikâr hale gelmektedir. Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, sadece bizim insanımıza değil bütün insanlığa umut aşılayabilecek bir şahsiyettir. Lâkin birkaç asırdır devam eden insan ve inanç erozyonu her toplumu etkilediği gibi bizlerden de bir şeyler alıp götürmüş ve maalesef götürmeye de devam etmektedir.
Hz. Mevlânâ, Mevlevîlik ve Mesnevî dünyada en çok duyulan isimlerdendir. Fakat Hz. Mevlânâ’nın şahsiyeti, değerleri; Mevlevîlik yolu, âdâbı, erkânı; Mesnevî’nin günümüze bakan ve günümüz insanını doğrudan etkileyebilecek olan yönlerinin hakkıyla bilindiğini söylemek zordur. Bu bilinemeyişte, yüzeysel ve popüler bilginin etkisi olduğu bir gerçektir. Ancak gittikçe ilim ve irfandan uzaklaşan İslâm toplumlarını kasıtlı olarak belli fikirlere yönlendirmek ve ifsâd etmek için Hz. Pîr gibi bazı büyük zâtların bilinçli olarak yanlış anlatılmasının etkisi de gözardı edilmemelidir.
Bizim birlik beraberlik harcımızı meydana getiren medeniyetimizin önemli insanlarının fikirlerini aslından farklı göstermek; siyâsî, ticârî, kısacası maddî beklentilere alet etmek, maalesef her devirde başgöstermiştir. Bu nev’î hareketlere karşı aşırı derecede savunmaya gitmek ve ifsâd faaliyetlerine karşı bir tepki olarak muhabbeti meşrû sınırların ötesine taşımak da ayrı bir ihtilaf ve yanlışlığı doğurmuştur.
Mevlevîliğin sadece sevgi ve muhabbet kısmını alıp bu konuları da kendi sevgi anlayışına göre yorumlamak, bu yanlışlıkların en yaygın şekilde görünenlerindendir. Ayrıca Mevlevîliği yaymak adına yapıldığı söylenen pekçok yanlışlıkla dolu Mevlevî âyinleri, Mevlevî gösterileri, Mevlevîliğin âdâbına uygun şekilde hareket edilmesi gereken târihî mekânların işgal edilmesi en hafif tâbirle işin kolaycılığına kaçmaktır. Ayrıca Mevlevîlik kisvesi altında birçok faaliyetin çıkar amaçlı olarak devam etmesi ayrı bir utanç sebebidir.
Bugün maalesef Mevlevîhânelerde yapılan icrâ’lar ve çok farklı grupların ve derneklerin Mevlevîlik etiketi altında ortaya koyduğu faaliyetler ne ilmî, ne dînî, ne de Mevlevî âdâb ve erkânına uygundur, ayrıca estetikten de mahrum ve yoksundur.
Mevlevîlik hakkında her tür maddî imkân ve kariyerden istifade edip işin ihyâ ve îmâr faaliyetleri başladığında “Artık Mevlevîlik bitmiştir.” gibi sözleri sarfetmek de adalet ve insaf duygusuyla asla bağdaşamaz.
Maalesef yine bazı insanların fikirlerine müracaat edilmek sûretiyle, meslek edindirme kursları marifetiyle sertifikalar vermek, Mevlevîliği, semâ’ı bir işmiş gibi lanse etmek de ayrı bir sıkıntı, ayrı bir ızdırap vesilesidir. Çok şükür bu husustaki feryatlarımızı duyan yetkililer şu anda bu uygulamayı durdurmuşlardır.
Bu analizi târihî perspektif içerisinde yaptıktan sonra günümüze kadar gelen Mevlevîliğin ve Hz. Mevlânâ’nın anlayışının her şeye rağmen canlılığını koruduğunu görmekteyiz. Ve ne kadar şanslıyız ki bu mânevî muhabbet yolunun izleri ve bu pınarın aktığı mecrâ dikkatli ve ihtimamlı bir çalışmayla net bir şekilde ortaya çıkarılabilecek bir kaynağa işaret etmektedir. Düzgün bir yapılanmayla ve yolun gereklerini, âdâbını, erkânını, usûlünü tekrar kâim kılacak veya canlandıracak hareketlerle bu kaynak tekrar özündeki güzelliği tüm insanlığa verecektir. Az bir gayretle, dikkatli bir tarz ve üslûpla bütün güzelliği yine ortaya koyulacaktır. Aynı, bir cevherin üzerindeki tozun alınıp da eski ihtişamına kavuşması gibi. Fakat bundan sonraki süreçte doğru adımlar atılmazsa yozlaşmış bir Mevlevîlik’le, Mevlevîlik adına yapılan birçok sapkın hareket ve çığırından çıkmış işlerle karşı karşıya kalınabilir, zaten o takdirde bu bir son nefes olur. Kaldı ki Mevlevîlik bundan sonra devam etse de tamamen değişmiş bir Mevlevîlik olarak bizden sonraki nesillere kalmış kötü bir miras olacaktır.
Hz. Mevlânâ, Mesnevî’sinde şöyle buyurur: “Suyu çıkartmak isteyen kuyucu kuyuya dışardan su koymaz. Suyun çıkmasına mâni olan taş ve toprağı kazar, temizler, dışarı atar ve nihayet damara ulaştığında o su menba’ından kaynar.” Bugün Hz. Mevlânâ Efendimiz’i ve Mevlevîlik yolunu aynı bu şekilde ihyâ etmemiz gerekmektedir. Bu, dışarıdan değil kendi içinden bir hareket olarak ortaya çıkmalıdır. Fakat bunun oluşması, dışardaki ve içerdeki şartların oluşmasıyla, elbirliğiyle ve iyi niyetle ancak başarılabilecek bir husustur.
İnsanlığın ihtiyaç duyduğu bu kaynağı, 2008 senesinde bilmem ne yılı olarak koruma altına almayı dünya vatandaşlarının bir sorumluluğu olarak kabul ederken, maalesef Mevlevîlik, Semâ’ âyini ve Hz. Mevlânâ adına toplumumuzun yaptığı yanlışlıklar hasebiyle mahcubiyetimiz bir kat daha artmıştır.
Şimdi Ne Yapılmalı?
Mevlevîlik bu toprakların kalbinde her zaman birlik ve barışın adı, sevginin dili olmuştur. Her kesim tarafından bu kadar çok duyulduğu halde Mevlevîliğin böylesine az bilinen âdâbı, erkânı, hemen hemen hiç bilinmeyen bir muhabbet yolu oluşu gerçekten îzah edilemeyecek bir durumdur. Öyle ki bu dînî ritüel neredeyse artık san’at ve estetik yönden değerlendirilen, eğlence amaçlı düğünlerde icrâ edilen bir folklora dönüştürülmüştür. Turistik etkinlik ve eğlence adına semâzenlerin yahut semâzen müsveddelerinin boy göstermesi ise bu sahanın ehli olan insanları fevkalâde rencide etmektedir.
Mevlevîliğin kendi içine yönelik ihyâ edilmeyi bekleyen dinamik bir yapısı yanında bir de topluma mal olmuş olan herkes tarafından görülen çehresi vardır. Mevlevîlik kendi içinde nitelikli insanları yetiştirmeye çalışsa da muhakkak kendini ifade edebileceği bir sivil toplum mantalitesine ve kendi değerlerinin korunmasına yönelik kanûnî, siyâsî bir iradeye muhtaçtır.
Buna binaen şöyle bir yapılanmaya gidilecektir:
Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlik meselesini, bir yandan akademik çalışmalarla bir yandan da Mevlevîliğin olmazsa olmazı, kendi içindeki öğretisiyle harmanlayacak bir yapıya ihtiyaç vardır. Bunun olabilmesi için bir vakıf çatısı altında ve o vakfın bilirkişileri ve Makam Çelebisi’nin oluşturduğu kadroyla doğru şekilde denetiminin sağlanması îcâb etmektedir. Bu vakıf;
a) Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlik hakkındaki bütün çalışmaları takip edecek, bu konudaki her türlü ilim, san’at, kültür faaliyetlerini bir şekilde denetleyecek, aslına uygun tarzda icrâ’ını ve îfâsını sağlamaya çalışacaktır.
b) Ülkemizde ve yurt dışındaki Mevlevîlik ve Hz. Mevlânâ hakkında yanlı, yanlış fikir ve faaliyetlere karşı antitezleri ve gerekli ilmî çalışmaları yapacaktır.
c) Mevlevîlik ve semâ’ âyini gibi hususlarda faaliyet gösterenlerin nitelikleri, salahiyet, izin ve kabiliyetleri kontrol edilecek ve bu kişiler vakfın süzgecine tâbi olacaklardır. Yani dede, semâzen ve semâ’ âyini gibi hususlar bu vakfın iznine tâbi olacaktır. Vakıf; sinema ve televizyon filmleri, basın yayın ve kültürel etkinliklerde işlenen Hz. Mevlânâ, Mesnevî ve Mevlevîlik çerçevesindeki konular hakkında kaynak özelliği ile doğru bilgiye yönlendirecek, aynı zamanda bir nev’î onay makamında olacaktır.
d) Maddî, ticarî çıkarları için bu mânevî değerimizin kullanılmasına müsaade edilmeyecek ve bu husustaki îkazları sivil toplum ve siyâsî otorite nezdinde dikkate alınacaktır.
e) Mevlevîliğin kendi bünyesinde, âdâb ve erkânını yani öğretisini tatbik edeceği alan oluşturulacak ya da mevcûd Mevlevîhâne-lerde özüne, aslına uygun faaliyetler yapılabilecektir.
Bu yolu kaynağında öğrenmek isteyenlere vakfın yönetim kurulundaki seçkin, yetkin insanlar ve Makam Çelebisi’nin tâyin ettiği sorumlu kişi rehberliğinde hizmet verilmesi, aynen kadîm gelenekteki gibi günümüzde de güzel meyvalarını verecektir.
Vakfın faaliyetleri bunlarla sınırlı olmayacaktır. Komplike daha birçok mesele bu gündemi oluşturmaktadır fakat şimdilik bu birkaç maddeyi açıklamış olduk.
Yukarıda zikredilenlerden ve konunun boyutlarından anlaşıldığı üzere tek başına bunun bir sivil toplum kuruluşu tarafından gerçekleştirilebilmesi mümkün değildir. Bu anlatılan hususları ve vakfın faaliyetlerini kanûnî bir yapıyla düzenlemek ve hayata geçirmek ancak siyâsî iradenin bu yol haritası dâhilinde meseleyi ele alması ve sonuca ulaştırmasıyla mümkün olabilir.
Yaklaşık iki senedir yapılan çalışmalar, bu vakfın faaliyet alanının yasa yani kanunla desteklenecek şekilde oluşması doğrultusunda neticelenmeye çok yakındır. Bu ihyâ ve îmâr hareketi hayata geçtiğinde tabîî ki uygulamalar sırasında diğer eksiklik ve ihtiyaçlar daha da belirgin şekilde gözlenecektir. Bu teşekkül ve teşebbüse, Hazret-i Mevlânâ’ya ve Mevlevîliğe gönül veren samimi insanların yanında karşı çıkan, rahatsızlık duyanlar da elbet olacaktır. Lâkin sonunda muhabbetli olanların hepsini memnun edecek bir noktada buluşulacağı ümidini taşıyarak istişâre ve anlayışla yola devam edilmelidir. “Bazen hatır kalsa da yol kalmamalı.” sözünün gereği tercih edilmelidir. Çünkü bu saha hiç kimsenin şahsî kaprislerine ve hislerine feda edilemeyecek kadar büyük ve ehemmiyetlidir. Günümüzde hâlâ Mevlevîliğin âdâb ve erkânına meydan terbiyesine göre şâhid olan insanlar varken bu târihî sorumluluk vakit kaybetmeden gerçekleşmelidir.