FATİH CAMİİ’NDE MUKÂBELE
Gönenli Mehmed Efendi Hazretleri, kesintisiz olarak elli küsur sene, Ramazan’da sabah namazından evvel mukâbele okumuştur. Sultanahmet Camii’nde görevli olduğu dönemde dahi bu mukâbeleyi hiç terk etmemişlerdir. Bendeniz, son beş senedeki mukâbelelerine düzenli gitme fırsatını buldum. Orada yaşananları size anlatmaya ve aktarmaya tâkat getiremem. Allah Teâlâ’nın lûtfettiği o günlerden birini yaşamak için geriye kalan ömrümü verebilirim, diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Mânevî feyzinin îzâhı kanaatimce mümkün değil.
Hocaefendi serî biçimde okur, bazen sesini yükseltir, bazen tek bir kelimede birden bağırır, hatta mukâbele cemaatinin ekserisi yerinden zıplardı. Gözleri başka bir âleme dalar, sanki perde açılır, oradan bir şey görür de o vecd ile şöyle bir dururdu. Sonra ya âyetin o kısmını tekrar eder veyahut âyetin mânâsı hakkında sohbet açardı. Bendeniz, rahleleri ve oturma düzenini Hocaefendi gelmeden arkadaşımla beraber hazırlamaya gayret ederdim. İmsak ezanından evvel veyahut ezanla Hocaefendi mukâbeleye dâhil olur, yirmi beş otuz dakikada bir cüzü tekmil ederdi. Serî okuduğu için cemaati de ona göre kendiliğinden seçilirdi.
Fakîr, evvelki gelenlerin sırasını bozmak ve önlerde oturmak istemezdim. Lâkin camide dokuz on yerde de mukâbele okunduğundan, Hocaefendi’yi en arkadan duymak pek mümkün olmazdı. Bu sebepten dolayı, usulcacık Hocaefendi’nin arkasında, minberin hemen yanında olan pencerenin iç kısmına sinerek otururdum. Pencere boşluğu derindi. Âdetâ Hocaefendi’den saklanırdım. Çünkü Hocaefendi görürse buna razı olmazdı, bunu biliyordum. Orada Hocaefendi’yi dinler, rahatlıkla anlatılanları duyardım. Cemaat, fakîri tanıdığından, benim orada bulunmamı Hocaefendi’ye hissettirmezlerdi. Fakat bir sabah foyam ortaya çıktı. Daha evvel hiç görmediğim bir yaşlı amca, Hocaefendi mukâbele okurken yüksek sesle ta arkalardan bana seslendi: “Yahu oğlum, orada ne oturuyorsun? Mermer… Mermerin üzerinde oturulur mu? Üşüteceksin.” Hayda… Herkes başını kaldırdı bana bakıyor. Haydi, onlar umurumda değil desem… Bu sefer Hocaefendi adama doğru; “Adam ne diyorsun, ne konuşuyorsun?” diye seslendi. O yaşlı adam, bu defa parmağıyla beni gösterek; “Hocaefendi, şurada bir delikanlı var, (20 yaşındaydım.) pencerenin oraya oturmuş, altında da bir şey yok! Üşüyecek, hasta olacak!” diye bağıra bağıra beni ifşâ ediyor. Ben karşıdan adama “Sus... Sus!” diye işaret ediyorum, Hocaefendi oturduğu minderin üzerinden, sırtını yasladığı şamdandan ayrılarak yavaş yavaş döndü. “Kimmiş o, hangi delikanlı? Çık bakayım sen oradan, gel bakayım, kimsin?” diye seslenince artık ben durur muyum, zıplayarak hemen aşağı atladım. Hocamla göz göze geldik. Ah o bakışlar... Âdetâ yerin dibine geçmiştim. “He, sen miydin oğlum?” buyurdular. Buyurdular ama sanki caminin kubbesi başıma geçmişti. Hocaefendi’nin mübarek eliyle yaptığı; “Şurayı açın bakayım!” işaretiyle beraber ön safta, tam Hocaefendi’nin minderine yakın -neredeyse dokunan- yerde fakîre yer açıldı. Hocaefendi, seksenlik doksanlık nur gibi zâtlar arasına fakîri oturttu. Mahcubiyetten yerin dibine geçmiştim. Ne yapacağımı şaşırdığımdan, dönüp şöyle göz ucuyla sağ başta duran İzzet Efendi’ye baktım. Zira huzurda böyle durumlarda, yani ne yapacağımı kestiremediğim vakitlerde İzzet Efendi’den durumu anlamak için yardım isterdim. Bir de ne göreyim, İzzet Hocaefendi keyifle gülüyor, ama ne gülmek!... Anladım ki durum iyi. Başım önümde, başımı mushaftan kaldırmıyorum. Hocaefendi’ye bakacak halde değilim. Sonra o latîf ve zarif, güzel Hocamız, seslenen ihtiyara dönerek; “O üşümez, üşümez. O, Osmanlı mücahididir. Ona soğuk işlemez.” diye gönlümü alıp rahatlattı. Sonradan öğrendim ki Hocaefendi pek gülmüş. Şimdi bunu anlatmamdaki sebep şu: Bizim ön safa alınmamızdan birkaç vakit sonra bir hâdise vuku’a geldi.
Hocaefendi Hazretleri, mukâbele-i şerîfede, okuyan hafızı, pür dikkat dinlememizi tavsiye eder ve herhangi bir unutma yahut yanlış okuma olması halinde herkesin müdahale etmemesi gerektiğini sıkı sıkı tenbih ederlerdi. Takip edenler içerisinden biri tâyin edilir, bu zât böyle durumlarda gerekli müdahaleyi yapardı. Mukâbele âdâbına uygun olan da buydu. Vuku’ bulan hâdiseye tekrar dönelim. İşte bu hâdiseden birkaç gün sonra Hocaefendi okurken başka bir sayfaya atladı. İlk önce herkes fark etmedi, ben İzzet Efendi’ye döndüm. Parmağımla atlanan yeri işaret ettim. İzzet Hocam kaşlarını kaldırıp bana; “Hiç karışma, birazdan kendileri toplarlar.” gibi bir ifadede bulundu. Ben de hiç ses etmedim. Fakat birkaç kişi; “Yanlış oldu hocam, atladık.” gibi sözler sarfetti. Cemaatten bazısı, kaldığımız âyeti okuyarak hatırlatma ile meşgulken, bazısı da o okunması gereken âyetle alâkalı bazı kelimeleri söylediler. Hocaefendi sakin sakin okurken, birden celâllendi. Elini kaldırdı; “Susun bakayım, susun!... Hep bir ağızdan konuşmayın!” Sonra; “Atladık mı yanlış mı okuduk?” diyerek asabî bir şekilde herkesi tek tek süzdü. Sonra fakîre baktı; “Oğlum, ne oldu?” dedi. Fakîr de kısık bir sesle; “Burada kalmıştık efendim, buradayız.” diyerek âyet-i kerîmeyi himmetleriyle söyledim. “Heh, tamam.” buyurdular. Sonra cemaate döndüler; “Bakın, Kur’ân-ı Kerîm okunurken, mukâbele sırasında öyle her kafadan ses çıkmaz. Bir kişi tâyin edilir. O kişi îkaz eder. Hatta hemen söylemez. Eliyle böyle rahleye vurur. (Söylerken tatbikatını da yaptı.) Okuyan hafız hata olduğunu fark eder, düzeltmeye çalışır. Takılırsa, tekrar böyle vurularak işaret verilir. Üç kere tekrarlanırsa, o zaman tâyin edilen, ne olduğunu okuyana hatırlatır, fetheder. Böyle yapmazsanız, siz bilmezsiniz, hiç fark etmezsiniz ama şeytan aranıza giriverir.” buyurdular. Sonra fakîre parmağıyla işaret ederek; “Oğlum, bundan sonra herhangi bir yerde, okuyuşta aksama olursa sen söyleyeceksin.” buyurarak tenbihlediler. O günden sonra son mukâbele-i şerîfine kadar bu vazifeyi pür dikkat yapmaya gayret ettim. Fakat Allahu a’lem bu işi yaparken herhalde cemaat hiç hissetmediler. Zira bir şaşırma, atlama durumu olduğunda bendeniz hiç başımı kaldırmadan gözlerimle Hocaefendi’ye bakar, tekrar bakışlarımı mushafa çevirirdim. Hocaefendi de verdiği vazifeye binaen bu işareti hemen fark eder, sağ tarafına eğilerek, yanında bulunan Nakşî Şeyhi Efendi Hazretleri’nin okuduğu cami boy Kur’ân-ı Kerîm’e bakarak, devam edilecek yeri hemen îfâ ederlerdi.
Maksadım fakîre yapılan bu iltifatı anlatmak değildir. Esas anlatacağımız hâdisenin bu açıklamadan sonra gelmesi münâsibdir. Gene Fatih Camii’nde mukâbeledeydik. Hocaefendi, cüzün ikinci sayfasına geçmişti. Hocaefendi’nin bir sayfayı takribi bir dakikada okuduğunu düşünürsek mukâbele henüz başlamıştı. Efendi Hazretleri, okuyor fakat ne hikmetse ya takılıyor veyahut başka bir yere atlıyordu. Gözümü kaldırıp bakıyordum, Hocaefendi yanında okuyandan Kur’ân’a bakıyor, tekrar ediyor fakat bir âyet sonra tekrar takılıyor gibiydi. Yedi, sekiz, dokuz… Cemaat de öyle bir dalgada dalgalanmakta... Tam bu esnada Hocaefendi durdu, sonra tebessüm etti. Şu an gibi hatırlıyorum. 1989 senesiydi. “Kıymetli kardeşlerim!” dedi. Herkes başını kaldırdı. Hocaefendi’yi pür dikkat dinlemeye başladı. Sözlerine şu şekilde devam etti: “Bakınız, bendeniz sizlere bir şey söyleyeyim. Allah’a çok şükür, hamd ü senâ ederim ki Kur’ân’ı Kerîm’in hıfzını bana nasib eyledi. Ve elhamdülillah, şu anda yeryüzünde bütün mushafları kaldırsalar, tek birini bırakmasalar, hepsini imha etseler, akşam namazında otururum, sabaha kadar secâvendlerine kadar yazdırırım. Bunu övünmek için söylemiyorum, Cenâb-ı Hakk’ın ikram ve nimeti olduğu için beyân ediyorum. Fakat bazen Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsıyla, bazen cemaatin içerisinde gördüğüm şeylerle meşgul iken âyetleri başka yerden okuyorum. Aklım takılıyor. Bir şey görüyorum. Bu sefer okuduğum âyeti de şaşırıyorum. Şimdi nasıl söylemeyim sizlere? Bak, şurada bir adam var. (Mübarek eliyle arkada müezzin mahfilinde bir kişiyi işaret etti.) Bakıyorum adama, namaz kılıyor. Şimdi bu adam ne namazı kılıyor? Aklım oraya takıldı... Önden yaşlı bir zât, Hocaefendi’ye; “Hocam niye ki? Namaz kılıyor işte.” gibi bir şey mırıldandı. Bu sefer, Hocaefendi celâllendi. “Yahu niyesi var mı, şu an imsaktayız. Sabah namazının sünneti olsa bu saatte kılınmaz, tahıyyetü’l-mescid kılsa, o da olmaz. Çünkü bakın, caminin dokuz on yerinde Kur’ân-ı Kerîm okunuyor, Kur’ân-ı Kerîm okunurken nafile ibadet yapılmaz ki... Kur’ân’ı okumak sünnettir, dinlemek farz-ı kifâyedir. Yüksek sesle Kur’ân-ı Kerîm okunuyorsa adam tahiyyetü’l-mescid kılamaz. İşte bunu düşününce okuduğumuz âyetleri de şaşırdık. Sonra birden tebessüm ederek, cemaati de süzerek; “Sakın ha, Hocaefendi yaşlandı, bunadı, diyerek hıfzıma laf etmeyin ha!” Cemaat hem Hocaefendi’nin keyiflenmesi hem de latîfe yollu dokundurması üzere; “Estağfirullah, estağfirullah…” diyerek mukâbelede bulundu.
Bu hâdisede herhalde en dikkat çekici söz, Hocaefendi’nin Kur’ân-ı Kerîm’e muhabbetini ve Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu olan, hıfzındaki liyakatini gösteren ifadedir. Evet, talebeleri de aynı şeyleri söylerler, Hocaefendi’nin ‘Reisü’l-kurrâ’ olmasının yanında bu özelliğini teslim ve tasdik ederlerdi.
Mukâbele ve Tefsir
Gönenli Hocaefendi’nin ekseriyetle Kur’ân-ı Kerîm’den okuyup sonra sohbete başladığını daha evvel söylemiştik. Bunun yanında bilhassa Fatih Camii’ndeki mukâbele-i şerîflerde bazen Kur’ân tilâvetinin arasında âyet-i kerîme tefsirleri yapardı. Yani hem Kur’ân’ın mânâsını anlayarak okumaya teşvik eder, hem de âyetlerin mealinden ve günümüzle alâkalı meselelere ışık tutan yönünden bahsederek irşad ederdi. Mesela Bakara sûresi 11-12. âyetleri okurken durur ve arada; “O fâsıklar fâcirler var ya, Müslüman gibi görünüp nifak içerisinde olan, inanmayan münafıklar var ya, işte onlar için Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki; ‘Yeryüzünde fesat çıkartmayın, niye insanların arasını bozuyor, Hak yolundan insanları saptırıyor, huzursuzluk ve savaş çıkartıyorsunuz. Yok şöyle olsun, yok böyle olsun diyerek kendi kendinize kâideler uyduruyorsunuz. Cemiyeti berbat ediyorsunuz. Böyle yapmayın diye sen onlara söylesen ey Habîbim onlar ne derler? Her türlü bozgunculuğu yaptıkları halde; ‘Ne bozması, biz düzeltiyoruz, ıslah ediyoruz, çağdaş modern eğitimler veriyoruz. İnsanlık için iyilik yapıyoruz.’ derler.’ Aman ya Rabbi, işte günümüzde de yok mu, hep aynı şeyler! Aileyi fesada uğratırlar, çoluk çocuğu, nesli bozarlar. Her türlü ahlâksızlığı yayarlar. Sorsan niye böyle yapıyorsun diye; ‘Efendim, biz ıslah etmeye çalışıyoruz, geliştirmeye gayret ediyoruz.’ demezler mi? Derler. İşte Allah Kur’ân-ı Kerîm’de bunları bizlerin gözü önünde resmediyor.”
Bakara sûresi, 183-186. âyetler
“Ey o bütün imân edenler! Üzerlerinize oruç yazıldı, nitekim sizden evvelkilere yazılmıştı gerek ki korunursunuz.”
“Sayılı günler, içinizden hasta olan veya seferde bulunan ise diğer günlerden sayısınca, ona dayanıp kalacaklar üzerine de fidye: bir miskin doyumu, her kim de hayrına fidyeyi artırırsa hakkında daha hayırlıdır, bununla beraber oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır eğer bilirseniz.”
“O şehr-i Ramazan ki insanları irşad için hak furkanı, hidayet delili beyyineler halinde Kur’ân onda indirildi, onun için sizden her kim bu ay şuhudda -yani hazarda- ise onu oruç tutsun, kim de hasta yahut seferde ise tutamadığı günler sayısınca diğer günlerden kaza etsin, Allah size kolaylık irade buyuruyor, zorluk irade buyurmuyor, hem buyuruyor ki sayıyı ikmal eyleyesiniz de size hidayet buyurduğu veçh üzere Allah’ı tekbir ile büyükleyesiniz ve gerek ki şükredesiniz.”
“Ve şayet kullarım sana Ben’den sual ettilerse muhakkak ki Ben çok yakınımdır, Bana dua edince duacının duasına icâbet ederim. O halde onlar da Ben’im davetime koşsunlar ve Bana hakkıyla imân etsinler ki rüşd ile gidebilsinler.”
Hocaefendi mü’minlere orucun farz olduğunu beyân etti ve Kur’ân-ı Kerîm’in Ramazan ayında indirilişini zikreden âyet-i kerîmeleri ağlayarak okudu… 186. âyete geldiğinde âyet-i kerîmeyi okudu ve durdu: “Aman ya Rabbi!… Bak, Allah Teâlâ’dan isteyeceksin. ‘Fe innî karîb.’ Sen uzak mı zannediyorsun? Muhakkak duanı kabul eder.” Sonra ellerini açıp ümmet-i Muhammed, cemaat, vatan ve millet için ağlayarak dua etti. Bir defa daha mânen yıkanıp kalbimizden kir ve pasın âdetâ döküldüğünü hissettik.
Âl-i İmrân sûresi, 8-9. âyetler
“Ya Rabbena bizleri hidayetine erdirdikten sonra kalplerimizi yamultma da ledünnünden bize bir rahmet ihsan eyle, şüphesiz Sen’sin bütün dilekleri veren Vehhab Sen.”
“Ya Rabbena! Muhakkak ki Sen insanları geleceğinde hiç şüphe olmayan bir güne toplayacaksın, şüphesiz ki Allah miadını şaşırmaz.”
8. ve 9. âyetleri okurken ellerini açıyor, âyet sonlarında duaya “Âmin” diyerek icâbet ediyor ve cemaate de gözüyle işaret edip âmin demeleri için teşvik ediyor.
Âl-i İmran, 95. âyet
“De ki sadakallah, o halde hak perest bir hanîf olarak İbrahim milletine tâbi olun, o hiçbir zaman müşriklerden olmadı.”
“Kul sadakallah” diye okuyup, Lafzatullah’ta sesini yükselterek durup ellerini de dizlerinin üzerinde paralel şekilde, yavaşça havaya doğru kaldırıp cemaate şöyle seslenirdi: “Okurken bu durduğum, vakfettiğim yere ‘vakf-ı Cibril’ derler. Niçin biliyor musunuz? Cebrail (a.s.) mukâbele sırasında burayı Efendimiz’e okurlarken ‘kul sadakalah’ demiş ve böylece durmuş. O sebepten Cibril’in durduğu yer mânâsına vakf-ı Cibril denilmiştir.” buyurdular.
Aslında bu mevzu’yla alâkalı onlarca örnek var. Bendeniz genel hatlarıyla size şöyle özetleyeyim: Hocaefendi Hazretleri mukâbele-i şerîfelerde Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsından tercümeyle cemaate vaaz u nasihat ederdi. Hemen hemen her mukâbelesinde iki üç yerde durur, okumaya ara verir, âyetlerin cemiyeti alâkadar eden kısımlarını da göz önünde bulundurarak irşadda bulunurdu. Dua geçen yerlerde muhabbetle ve gözyaşlarıyla âyetleri okur, bazen o dua kelimelerini açıklar ve cemaati “Âmin” demeye teşvik ederdi. Efendimiz (s.a.s.)’den, mukaddesattan, azab âyetlerinden okunduğu vakit, sesi titrer ve büyük bir mahviyet içerisinde Cenâb-ı Hakk ile konuşur gibi tilâvet ederdi. Bazen âyet-i kerîmenin okunuşuyla, birden konuşmasına devam ediyormuş da mühim bir yere gelmiş gibi farazî bir şahsiyete yani aslında orada olmadığı halde sanki karşısında biri varmış gibi hitâb ederdi. Birkaç misal verelim:
“Sulh, barış hayırlıdır.” âyet-i kerîmesini okuduktan sonra birden şöyle konuşmaya başladı: “Ya avukat beyler, hemen küçücük bir tartışmada karı kocayı ayırmaya kalkıyorsunuz ma’rifetmiş gibi! Bu âyet-i kerîme sadece savaşa işaret etmez ki! Cenâb-ı Hakk nizayı sevmiyor. ‘Arayı açmayın, ara bulucu olun.’ diyor. Siz hukukçular, hemen ayırmaya kalkıyorsunuz. Cenâb-ı Hakk birleştirmeye, barıştırmaya hayırlı derken siz niye farklı şeyler söylüyorsunuz! Dikkat etmeli, böyle yapmamalı.” buyururlardı.
Fakîrlik korkusuna evlenmekten kaçınanları ve çocuklarını öldürmeye kalkanları îkaz eden âyet-i kerîmeler geldiği vakit Hocaefendi; “Çocuğun rızkını Allah verir, sen helalinden kazan helali iste, Cenâb-ı Hakk bereket verir. Zengin olayım da çocuk yapayım. Hiç böyle şey olur mu? Neye garantin var, sen elinden geleni yap, Allah’a tevekkül et. İnsanları evlendirirken mal mülk davasına düşmeyin. Hatta bak büyükler ne yapıyorlar? Sâlih bir insan yani bir erkek bulurlarsa götürüp kendileri kızlarını teklif ediyorlar, o şahsın gelmesini beklemiyorlar. Mal mülk, evmiş arabaymış, sen niye bunlara bakıyorsun? Bir insanda Allah korkusu yoksa bunlar işe yarar mı? Yaramaz. Bir insanda Allah korkusu olur, ahlâkı güzel, dili Kur’ân’lı, zikirli, hayatı namazlı, helalli olursa daha artık ne mal mülk arıyorsun? Hangimizin parası pulu vardı. Bak Cenâb-ı Hakk hiç muhtaç etmedi. Her şeyimiz de oluverdi. Evlendirmeye insanları teşvik edin. Evlendirirken maddî zorlukları büyütmeyin ve bakamam edemem diye çocuklarınızı zâyi etmeyin. İşte böyle.” diyerek mukâbeleye devam ettiler.
Çok acayip, hiç fark edilemeyecek noktalardan âyetleri günümüz insanını irşad edecek şekilde de tefsir ettiği olurdu. Bir defasında Kur’ân-ı Kerîm’de Efendimiz (s.a.s.)’in mutahhar eşleri yani annelerimiz hakkındaki âyetler geçerken Hocaefendi şöyle bir bahis açtı: “Bakın, kardeşlerim, Hazret-i Peygamber’in hanımlarına yani annelerimize bile Cenâb-ı Hakk, konuşurlarken seslerini ayarlamalarını emrediyor. Bir kişi, kapıdan Hazret-i Resûlullah’ı soruvermiş, içeriden ince bir sesle, yani hanım edâsıyla cevap gelmiş, hemen îkaz da gelmiş. Bu ne demek? Dikkat edeceksin demek! Annelerimizin ahlâkları birbirinden üstündü. Şimdi bakın; hanımlarımız pazara çıkıyor, oradaki esnafla konuşuyor yahut alışveriş yapıyor. İyi, yapsın ama konuşurken biraz dikkatli konuşsun. Nâmahremle fazla kibar konuşmak iyi değildir. ‘Konuşursak ne olur?’ diyeceksin. Bak, ne olur biliyor musun? Adam çarşıda bu hanımları görür, hepsi kendine göre bir edâyla, işveyle konuşuyor, sonra eve gelir, evdeki hanımını beğenmez. ‘Herkesin hanımı çok güzel konuşuyor, sen bana niye böyle davranmıyorsun?’ diye evdekine kafa tutar. Ya gördün mü bak, nereden nereye? Maalesef hanımlarımız da beyleriyle nâzik, zarif konuşacaklarına gidip başka insanlarla kibar konuşma derdindedir. İşte bak, âyet-i kerîme bu hastalığa işaret etmekte. Çok dikkat edilmeli.” buyurdular. Yani Hocaefendi işin çok kaba ve günah boyutunu anlatmaktan kaçınır, böylece insanları kendi aralarında daha fazla nizaya sevk edecek uç noktalardan kurtarırdı. Cemiyeti bozan yeni tâbirle biraz daha sosyolojik açıdan hâdiseleri ele alarak kibarca ve belki zararın ve günahın en hafif şeklinin bile nasıl üzücü neticeler vereceğini resmederdi. Böylece hem nezakat, zerafet korunmuş, hem de mevzu’a dikkat çekilmiş olurdu.
Hocaefendi Hazretleri, âyetlerdeki kâfir, münafık ve zâlimlerin sözlerini kısık sesle okurdu. Bu mânâya uygun okuyuşu hep aynı şekilde tatbik ederdi ve niçin sesini kıstığını ve bu âyetlerin niye sessiz okunması gerektiğini de yeri geldiğinde tefsir ederdi.
İsrâ sûresinin sonunda üç kere tekbir alarak mukâbeleye devam eder, Ahzâb sûresinde Efendimiz’e salât ü selâm edilmesini beyân eden âyet geldiğinde de cemaatle beraber, ağlayarak Salât-ı Ümmiyye ile üç kere Salât-ı Kutbiyye’yi okurlardı.
Salât-ı Kutbiyye
Allah’ım! Seyyidimiz Muhammed’e gece ile gündüzün art arda gelişi ve birbirini sarıp birbirinin içinden çıkışı ve bu olayın tekrar tekrar yaşanması, Kutup Yıldızı, onunla birlikte bulunan diğer yıldızın Rablerine yönelmeleri süresince ve adedince salât ü selâm olsun. O’nun ruhuna ve Ehli Beyti’nin ruhuna tarafımızdan selâm ve hediyemizi tebliğ eyle!
Hocaefendi Hazretleri, bu salavât-ı şerîfeyi de çokça okur ve okuturdu. Hatta bu salât, Hocaefendi’nin cemaate fotokopi olarak dağıttığı salavât-ı şerîfelerdendi. Birkaç kere de bu salavât-ı şerîfenin 3 kere okunduğunda 60 bin salavât-ı şerîfeye denk olduğunu zikretmişlerdi. Bendeniz, tedrisat görürken Celvetî pîri ve Rûhu’l-Beyân tefsîrinin sahibi, büyük âlim İsmail Hakkı Burusevî Hazretleri’nin bir eserinde aynı ibâreye tevafuk eyledim. Mânâsı dikkatli okunursa herhalde sebebi ve sırrı daha iyi anlaşılır. Burada küçük bir şeyi ilâve etmek isterim. Bendeniz, 1986 senesinin ortasından itibaren gittiğim va’zlarında, Hocaefendi’nin bu salavât-ı şerîfeyi hiç okumadığını ve okutturmadığını fark ettim. Hatta bir keresinde Eyüp Sultan Camii’nde; “Haydi bir selâm verelim Hazret-i Peygamber’e” buyurarak bu salavât-ı şerîfeye başladı, ‘mahtelefe’l-melevân’ kısmını zikrettikten sonra birkaç saniye durdu. Sonra tekrar, başka bir salavâta başladı; yani gene okumadı. Bu durum dört buçuk sene, yani göçene kadar devam etti. Bunun sebebini tam olarak anlamış değilim.
Fatih Camii’nde Son Mukâbele
1990 yani 1410. Ramazan-ı şerîf. Hocaefendi Hazretleri, acaba mukâbeleye gelebilecek miydi? Çünkü birkaç ay evvel çok ağır bir rahatsızlık geçirmiş ve tâkatsiz kalmıştı. Rahmetli ve cennet mekân Prof. Dr. Âsaf Ataseven Hocamızın söylediğine göre Hocaefendi o kadar çok kan kaybetmiş ki hayatta kalabilmesi Cenâb-ı Hakk’ın bir mu’cizesi gibiymiş. Hatta Hocaefendi’ye; “Hocam, sizden üç kişiye yetecek kadar kan çıktı.” dediğini Gönenli Hocamız da zikrederdi. Şu satırları yazarken içimden bir şeylerin koptuğunu hissediyorum ve bunlara şâhidlik ettiğimiz halde nasıl bu günlere kadar yaşamak için tâkat bulduk anlayamıyorum.
Neyse… İlk sahur, ilk sabah namazı için hazırlanmıştık. Bendeniz Hocaefendi’nin minderini, mukâbeleye gelecek olanların rahle ve sıralarını arkadaşımla hazırlamıştım. Gözümüz caminin kapısındaydı. Uzaktan imsak ezanları duyulmaya başlamıştı. Fatih Camii’nin bir anda atmosferi değişti. Sanki binanın taşları, pencereleri, kubbesi heyecanla aralarında fısıldaşıyorlardı. Galiba fakîrle beraber birçok kişi durumu anlamıştı. Evet, Hocaefendi camiye girmişti. Çünkü o geldiğinde Fatih Camii gözle görülür şekilde değişirdi. Geldiği haberini aramızda birbirimize müjdeledik. Nur âbidesi Hocaefendi Hazretleri yorgun, bitkin mübarek ayaklarını, tâbir-i câizse sürüyerek mukâbele cemaatinin yanına kadar geldi ve selâm verdi. Cennet bahçesine girercesine selâmını aldık. Minderine oturdu, elindeki kepini yan tarafına koydu. Gözüyle cemaati birer birer selâmladı ve sonra şu sözler mübarek ağzından inci taneleri gibi dökülüverdi:
“Elhamdülillah gelebildik. Bendeniz bu sene mukâbeleyi okuyamacağımı düşünüyordum, epeyce kan kaybetmişim, doktorlar öyle söylüyor, şikâyet olsun diye değil hikâyet olarak arz ediyorum. Pek bir şey de yiyemiyorum. Sadece zemzemle ayaktayım elhamdülillah. Zemzem içiyorum. İnşâallah bu sene de mukâbeleyi okuyabileceğiz.” Sonra gözleri parıldayarak ve tebessüm ederek; “Öyle dediler, izin çıktı, inşâallah Kur’ân-ı Kerîm’in şifasıyla, bereketiyle gayret ederiz.” Kısa bir dua ve Fatiha’yla beraber Hocaefendi ilk cüzü okumaya başladı. Fevkalâde yorgun ve mecalsizdi. Rengi bembeyazdı. Fakat o ağlayarak okuyor, bizler de ağlayarak dinliyorduk. Günler böyle geçiyor, Hocaefendi bazı günler sabah namazına beş on dakika kala gelebiliyor, yarım cüz okuyabiliyordu. Birkaç gün de gelmedi. Diğer günlerde bir buçuk cüz, bazen bir cüzü aşkın mukâbele okuyor, eksik günleri telafiye gayret ediyordu.
Son sahur, Ramazan’ın son sabah namazı... Hatmin tamamlanmasına üç cüz yani altmış sayfa var. Hocaefendi Hazretleri bir gün evvel erken gelmemizi emretmişlerdi. (İstirham etmişlerdi, lâkin biz emir olarak telakki ederdik.) Hocaefendi geldiler. Hemen okumaya başladılar. Sabah namazının kılınmasına elli dakika vardı. Serî şekilde üç cüz Kur’ân-ı Kerîm’i okudular. İhlâs sûresine geldiklerinde fakîre işaret ettiler; “Oku evlâdım!” Bendeniz İhlâs’ı okudum. Tekbir kısmında cemaatle beraber Hocaefendi ağlayarak iştirak ettiler. Felak ve Nâs’ı başkalarına okutturdular. Bendeniz ya Fatiha’yı ya Elif-lam-mim’i tekrar işaretleriyle okudum. Kesin olarak hatırlayamıyorum zira yemin edebilirim ki serhoş gibiydim. Herkes hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Çünkü Hocaefendi’nin son mukâbelesi olduğu ve Kur’ân-ı Kerîm’le bize veda ettiği çok âşikârdı. Kesret, kemiyet hepsi kaybolmuştu. Bir nefes, bir vücûd gibi olmuştuk. Sanki benim kalbim, mukâbele halakasının bana en uzak olan tarafındaki kişinin kalbiyle aynı anda atıyor; melekler, Kur’ân-ı Kerîm âyetleri, Hocaefendi’nin nefesi hepimizin içinde, a’zâları arasında dolaşıyor gibiydi.
Diğer mukâbelelerin hepsi tamamlanmış ve Fatih Camii’nde sabah namazı sünneti kılınması için bizim cemiyetin tamamlanması bekleniyordu. Bundan dolayı tekbirlerimize bütün cami cemaati ve Fatih Camii, belki de Fatih Sultan Han Hazretleri iştirak ediyor, bayram coşkusu bu son sabah namazında şimdiden yaşanıyordu. Hocaefendi, ağlayarak kısa bir dua yaptı. Caminin her köşesinden “Âmin” sadâları yükseliyordu. Namazı geciktirmemek için duayı çok kısa tuttular. Sonunda “el-Faatihaa!” diyerek caminin kubbesinde ve bâkî kubbede o hoş sadâyı Cenâb-ı Hakk’ın rızasına tevdî kılarak bıraktılar. Sonra hemen minderlerinden kalktılar, ön safta sabah namazının sünnetine durdular. Fakîr kalabalık olduğu için arkaya çekilemedim. Hocaefendi’nin işaretiyle, Gönenli Hocamızın sağ tarafında bendeniz de sabah namazının sünnetini edâ eylemeye gayret ettim. Hocaefendi’nin omuzu, kolu ve dizi tamamen bana değiyor, hatta biraz da Hocaefendi yaslanır gibi duruyordu. Bunu farkettiğimden dayanması için bir asâ gibi vücûdumu sabit tutmaya çalışıyordum. O sırada içimden; “Bugünkü sabah ezanı bir acayip çıktı, galiba Şerif Hoca (Köse) okumadı, başkası mı okudu?” diye geçiriyordum. Tam bu sırada Hocaefendi, dirseğiyle fakîrini dürttü. Hemen, bir emirleri vardır diyerek, başımı ve kulağımı Hocaefendi’nin mübarek ağzına doğru eğdim, fısıldayarak ve nefesini kulağımda hissederek; “Ezanı Köse okumadı galiba, başka biri mi okudu?” diye fakîre bir sual tevcih ettiler. Bendeniz az evvel bu mevzu’u düşündüğüm için gayr-i ihtiyarî tebessüm ettim. “Efendim, bendenize de öyle geldi.” demiş bulundum. Hocaefendi başını başıma dayayarak ve gülerek mukâbelede bulundu, o zaman anladım ki maksadı ezanı kimin okuduğunu öğrenmek değilmiş. Fakîrin gönlünü almak ve rahatlatmak için; “Sizlerleyim evlâdım, gitsem de hep sizlerleyim evlâdım.” demek içinmiş. Sonra elime dokundu ve kulağıma eğilerek şu sözleri sarfetti: “Bak evlâdım, elhamdülillah mukâbele tamam oldu. Söyledikleri gibi oldu, ben bitiremeyeceğim zannettim ama tamamlattılar.” ve hemen bu sözler üzerine kendine mahsus hafif hıçkırıklarla birkaç nefes alıp ağladılar. Benim bütün a’zâlarım titriyordu.
Sabah namazına durduk. Hocaefendi namazda ağlıyor ve titriyor, bendeniz ise bayılmamak için yanında kendimi zor tutuyordum. Sabah namazı tamam olup camiden çıkmak için yerinden kalkıncaya kadar Gönenli Hocaefendi o mübarek vücûdlarını fakîre dayayarak oturdular. Sonra fakîrin omzuna basarak oğlu ve talebesi İzzet Efendi’nin de yardımlarıyla yerlerinden kalktılar. Yerde bıraktıkları kepini, fakîr elime alıp birkaç adım arkasından Hocaefendi’yi takip ederek, ağlayarak ve doya doya seyrederek cami çıkışına kadar yürüdüm. Bu arada herkesle tebrikleşiyor ve bugün çok net fark edebiliyorum ki vedalaşıyorlardı. Gelenlerin durumuna göre her birine ayrı nazar ediyor, sanki bir şeyler dağıtıyor, ikramda bulunuyorlardı. İç avluya geçtik, oradan da arabasına kadar Hocaefendi’yi teşyî eyledik. Serhoşluk hâlâ devam ediyordu. Sadece o on on beş dakikalık süre içerisinde onlarca keramete şâhid oldum. Ama burada zikretmek istemiyorum. Özelin özeli olarak şimdilik bulunduğu yerde kalsın. İşte bu gidiş Hocaefendi’nin son mukâbelesi ve veda edişiydi. Bir daha o cennet bahçelerini bulabilir miyiz bilemiyorum.