İslâm uygarlığında sosyal hayatı anlamanın kilit kavramı, ‘ümmet’tir. Kurumsal dokusu ve kültürel boyutu ile ümmet kavramı, Müslümanların nezdinde ‘birlik’ bilincinin en önde gelen ka(lı)bıdır. Muhtevası üzerinde uzmanlar arasında pek de ihtilaf mevcûd değildir. Biz bu bağlamda Hz. Mevlânâ’nın aşağıdaki vurgusuna katılarak tanımlayalım: “Demek ki mahremiyet dili apayrı bir dildir. Gönül birliği dil birliğinden daha iyidir.” (Hüseyin Top, Mesnevî Şerhi, C.II, s.13)
Ümmetin, Müslümanların tümünü istiva eden yekpare bir ‘ben idrâki’ olmasına rağmen ilahiyatçılar, zaman/mekân atlasında zuhûr eden yaşantı farklılıklarını –İslâm akaidini zedelemeyecek ölçüler içerisinde– hoş görebilmişlerdir.
İslâm, tabiî ki, tevhîde dayanmaktadır. Ancak, onun yorumlanışındaki ihtilaflar ümmete rahmet kabilinden mütâlaa edilerek Müslüman coğrafyasında çeşitli îtikadî ve fıkhî mezhepler çıkabilmiştir.
Mesele, Batı tarihinin XIX. yüzyıldaki evresinde milliyetçiliğin âmir kıldığı türden bir ‘aynîleşmek’ değildir! Ümmetin vahdeti, anlaşılan zoraki bir tek tipleştirmeden çok farklı bir ictimâî gruplaşma idealidir.
Tarihî perspektiften bakılınca Müslümanların ümmet şemsiyesi altında çoğulluğa âşinâ oldukları ve riayet ettikleri anlaşılacaktır. Mesela, Osmanlı Devleti’ni ele alalım.
‘Osmanlılık’ kendisine özgü bir uyrukluk anlayışı olan bir mefhumdu. Öyle ki, onu diğer Türk ve İslâm devletlerinden, diyelim Safevî, Fâtımî, Timurlu gibi… ayıran bir kimliği yansıtırdı.
Buna rağmen, Osmanlılık, bir ‘mecmua’ydı; yani etnik ve dinî farklılıkların gölgesinde yaşadığı bir şemsiye… Osmanlı ‘toplumu’ (veya cemiyeti) ilkin, gayr-i müslim ‘cemaatlerin’ kendi sosyalliklerini özgürce yaşayabildikleri çok kültürlü bir halklar yönetimi anlayışını, ‘millet’ sistemi adı altında kurumlaştırmıştı.
(Dikkat ediniz, yukarıda aynı cümle içinde sosyal bilimlerde farklı tanımları hâiz üç mefhum –cemiyet, cemaat, millet– yan yana getirilmiştir. Ancak, cümlenin kuruluş yapısından vurgu farkları anlaşılmıştır diye düşünüyor ve burada uzun uzadıya teori aktararak, mevzu’dan uzaklaşmak istemiyorum.)
Osmanlı’da İslâm milleti de kendi içinde hayli zengin bir sosyal hayatı aksettiren tasavvufî ‘cemaatler’i barındırıyordu. Tarîkatları, Osmanlı’da cemaatleşmenin en belirgin acentaları olarak kabul etmek gerekmektedir.
Böylece, Osmanlı, evet, sosyal hayat açısından bir ‘cemaatler konfederasyonu’ gibiydi. Ancak, Osmanlı’nın yönetim dehâsı, bu ‘fark’lılıkları ‘cem’ edecek hemzemin geçitleri oluşturabilmiş olmasında yatar. Başka bir deyişle, halklar, Osmanlı’da birbirinden kopuk, yalıtılmış kompartımanlar değildi. Kültürel alışverişler mevcûddu. Farklılıklar bir araya geldiğinde Osmanlılık, âdetâ vitrayın çeşitli renklerine anlam kazandıran bir ‘ebru’ modeline dönüşüverirdi.
Tasavvufun yelpazesinde yer almış cemaatlerin, mürîd ve muhibbânları nezdinde irşad ve muhabbet telkini yapmalarının ötesinde ülkedeki eğitim, sağlık ve hayır (hasenât) işlerini deruhte ve teşvik etmek gibi vazifeleri bulunurdu.
Moderniteden sonra dava hareketleri ortaya çıkmıştır. Ancak, bu devirden önce sosyal alanda, loncalar (=ahîlik) ve benzeri işkolu örgütlenmelerinde, tasavvuf dışı cemaatleşmeye rastlamak nadirdi. Ve bu tarîkatların cemaat olarak halka (sundukları) hizmeti cemiyete aktarmada ara kurumları, ‘vakıf’ adı verilen müesseseler ma’rifetiyle gerçekleştirdi. Söz konusu vakıflar, Osmanlı sisteminde âdetâ bir nev’î öncül ‘sivil toplum’ kurumlarına tekabül ederlerdi.
Demek ki, tasavvufî cemaatler, ilkin öncelikle kapılarından girenlerin kişilik ve kimlik sorunlarını, topluma uyum doğrultusunda bertaraf etmeye yardımcı olan ‘ocaklar’dı. Mensublarını ‘sosyalleştirici’ gayretleri bu meyanda anılmalıdır.
İkinci olarak ise, tekrarlayalım, tasavvufî cemaatler farklılıkların, zıtların âhengi umdesi doğrultusunda birliğe inkılap ve cem’ ettirecek mânevî (psikolojik) yolları da sunuyorlardı. Başka bir deyişle, tasavvuf öğretisinin kesret/vahdet; teşbih/tenzih ölçüleri içerisinde dünyevî izdüşümleri, bir toplumun çoğulluğunun emniyet supabıydı, diyebiliriz.
Üçüncü bir nokta da, bu cemaatlerin kesretin süfliliğinden vahdetin/tevhîdin letafetine (latîfliğine) mensublarını taşımalarına ilişkindir. Burada kastedilen rûhî tekâmül, tezkiye, nefsin mertebelerinde yükseliş olgusudur. Dolayısıyla, tasavvufî cemaatler bu günlerde şikayetçi olunan ‘yozlaşma’nın panzehriydiler.
Demek ki, kısaca arz edilecek olursa, tarîkatlar (dış/iç), güvenlik ve siyaseti devlete bırakıyorlar; ancak gerek fert, gerek grup düzleminde Osmanlı halklarını barış içinde bir arada (ve dahi bazı tarîkatların sanata, özellikle mûsıkîye verdikleri önem hatırlanırsa) edebiyle ve zarafetiyle yaşatmaya adıyorlardı kendilerini…
Osmanlı’nın klasik dönemiyle kıyaslandığında Ortaçağ Avrupası ne kadar tezat bir görüntü arz ediyordu. Din –Hıristiyanlık– bu kıt’ada ‘çatışma’ nedeniydi. Avrupa sosyal tarihi, dîn ve mezhep savaşlarıyla örülüdür.
Vatikan’dan başlayarak krallara, derebeylerine değin uzanan siyasal Hıristiyanlık, Avrupa’da güç ve iktidar kavgalarının merkezinde yer almıştı, yüzyıllarca. Dinî boyutta örgütlenen Hıristiyan tarîkatları, haça benzeyen kılıçlarını dindaşlarını öldürmek için kullanmaktan çekinmemişlerdi.
St. John Şövalyeleri ile ilgili öyküleri hatırlayınız. Rodos ve daha sonra Malta’da kümelenip, Akdeniz’i haraca kesen bu devletleşmiş tarîkat, Osmanlı’nın kabusu olmamış mıydı? Cübbe ve kılıç ehli bu tarîkat, ancak XIX. yüzyılda Fransız Devrimi’nin efsanevî generali Napoléon Bonaparte tarafından dağıtılabilmişti.
İslâm dünyasındaki tablonun aksine, dinin Batı’da bölücü oluşu karşısında Avrupa, öncelikle bu din savaşlarını kıt’anın dışına ihraç etmekle selâmete varabileceğini düşünecekti. Hilâl-Haç çatışmasını îcâd etmek böylesi bir beklentinin –komplo da diyebilirsiniz– ürünüdür. Başarılı da oldu: Haçlı Seferleri, Avrupa içindeki dinî tansiyonu azalttı. Ama, hâlâ ‘Medeniyetler Çatışması’ algısına da zihnî yataklık yapmakta...
Osmanlı korkusu/tehdidi yetmeyince bu kez Avrupa, sekülerleşerek dinin siyasallaşmasının önünü kesmeye çalışacaktı. Başka bir deyişle, laiklik, dini çatışma virüsü olmaktan çıkartmak amacıyla ortaya konmuş bir sosyal mühendislik gayretiydi.
Geldik XXI. yüzyıla... Soğuk Savaş bitti. Sınıf tabanına oturmuş cemaatçilik de bitti, sayılır. İdeolojik ‘kardeşlikler’ eskisi kadar revaç bulmuyor postmodern dönemde.
Şimdilerde ‘küreselleşme’ rüzgârı esiyor, diyorlar. Ekonomik dinamikler dünyayı küçülttükçe, müşteri derekesine indirilen insanoğlu artık ulusu(nun) dışında kimlikleri aramaya girişiyor.
Ben idrâki dediğimiz o vâkıa, ulus altı âidiyetlerden (etnik ve dinî kıstaslara dayalı mensûbiyetler) daha global (ümmet gibi...) gruplaşma ihtiyaçlarını içeriyor.
Böylece, ‘cemaatleşme’ hatta ‘cemaatçilik’, XXI. yüzyılda ivme kazanıyor. Hayat tarzına göre konuşlanmış/tabakalaşmış birliktelikler bu yüzyılın yükselen değeri haline geliyor. Batılı bilim adamları bu trendi ‘communitarianism’ olarak nitelendiriyorlar.
Toplum, Batı’dan başlayarak postmodern kabilelere ayrılıyor veya ayrıştırılıyor deniyor, bu gelişmeyi kuşkuyla karşılayanlar tarafından…
Ama, vâkıa bu! Önü alınamıyor. İşte bu nedenle Batı siyasal felsefesinde çok kültürlülük, çok hukukluluk tartışılmaya başlanıyor. Başlanıyor başlanmasına da Batı Avrupa için asıl sosyal sorun; eski sömürgelerinden gelen yasal ve kaçak Müslüman göçmenler üzerinde yoğunlaşıyor. Tabiî, özellikle Fransa’da...
Ülkelerindeki yoksulluk ve insan hakları yoksunluğundan Batı’ya firar eden bu Müslüman halklar, kentlerin varoşlarında kümelenerek kendilerine özgü bir (veya birkaç) cemaat oluşturuyorlar. Ev sahiplerinin kültürüne asimile olmayı reddeden, entegrasyonu beceremeyen, üstelik bu halleriyle dışlanmışlık sendromuna kendilerini kaptıran bu cemaatlerin sâkinleri giderek yalnızlaşıyor ve uzantısı Avrupa dışında olan radikal ‘İslâmcı’ örgütlerin fideliği haline geliyor. Terör cepleri oluşturuyorlar, ülke içinde... Eski sömürgecilerine duydukları nefret, küresel konjonktürde sözüm ona ‘cihâdı’ savunan (ve uygulamaya kalkan) silahlı şebekelerin gönüllüleridirler, artık! Cemaatsel yapılaşma, Batılı aydın ve yöneticiler tarafından, giderek bu çerçevede terör odakları şeklinde tanımlanıyor.
Bir de buna ‘Medeniyetler Çatışması’ adı altında bilimsel hüviyet verilerek, dünya siyasetine temel fay hattı kırığı olarak sokulmaya çalışılınca küresel barıştan hayli uzaklaşılıyor.
III. Dünya Savaşı değil, âdetâ III. Dünya’nın savaşı diyorlar buna. III. Dünya’nın mağdurları/yoksullarının Batı’nın göbeğinde şiddete dayalı başkaldırısı fevkalâde ürkütücü boyutlar kazanıyor. Şiddet İslâm’la özdeşleştiriliyor.
Dünyanın geleceği, her ne kadar Birleşmiş Milletler, ‘Medeniyetler İttifakı’ndan söz etse de, eninde sonunda, Batı’nın İslâm, Müslüman kitlelerin ise Batı siyasetlerine kitleniyor. Uzlaşmacı tavırlar geriliyor ve sonunda üzücü fakat gerçek; Avrupa’da Müslümanlar ‘fişleniyor’, câmiler kundaklanıyor, cemaatlerin sosyal alanı gittikçe daraltılıyor. İslâmafobi güçleniyor, âdetâ şizofrenik bir görünüm sergiliyor.
Yaşadığımız yüzyılda İslâm âleminin sosyo-ekonomik ve politik veçheleriyle çoğul, hatta birbiriyle tezat görüntüler arz ettiği kimsenin meçhulü değildir. Söz konusu yelpaze içinde ‘Asya Kaplanları’ diye adlandırılan kuşakta kalkınma performanslarıyla III. Dünya’nın yoksullarından sıyrılıp, hatırı sayılır ekonomik güçlülüğe ulaşanlar da yok değil. Bu refah ikliminde her ne kadar topyekûn genellemelere varmak yanıltıcı da olsa cemaatler büyük ölçüde ülkedeki rejime uyum sağlamış, hatta bazı eleştirmenlere bakılırsa fazlasıyla ticarîleşmiş ve dünyevîleşmişlerdir.
Ne var ki, İslâm âlemi hâlâ güney dediğimiz az gelişmişlik kısır dâiresinden kendisini kurtaramamıştır. Bizim 3Y (yoksulluk, insan haklarından ve demokrasiden yoksunluk ve yolsuzluk) yani ‘mahşerin üç atlısı’ kabilinden tanımladığımız illetlerden mağdurdur. Bu faktörler sosyal patlamalara kaynaklık etmekte ve bu kazan kaynadıkça da iç baskılar/karışıklıklar, dış müdahalelerle o meş’um tabloyu giderek karartmaktadır. Böylelikle İslâm âlemi, ister istemez dünyanın en fazla kriz(leri) üreten ve barındıran bölgesidir.
‘Arap Baharı’, Ortadoğu-Kuzey Afrika bağlamında iyileşme ve/ya normalleşmeye yönelik bir arayış olarak tarihe kaydolmuşsa da, bu sürecin ‘sürdürülebilir’ olmadığı açıkça görülmüştür.
Krizlerin egemen olduğu yörelerin cemaat(ler) eksenindeki izdüşümlerini aktarmak gerekirse, bazı uzmanlar bu kaotik ortamın Selefîliği beslediğini vurgulamaktalar. Dahası, bazı Batılı stratejik araştırma merkezleri, İslâm ilahiyatının teorik kavramsallığı ile uyuşmasa da Selefîliğin âdetâ silahlı mücadeleyi –onlar buna cihâd adını yakıştırmaktan çekinmiyorlar– teşvik eder boyutlara vardırıldığını savunmaktalar. Hatta, bazıları, bu denklemde şiddete dayalı Selefîlikle, apolitik ve ılımlı kalmaya özen gösteren Sufizm (tasavvufî ekoller) arasında ciddi bir ayrışma ve çatışma olduğu inancındalar. Bu formül, neo-oryantalist kolaycılığı yansıtsa bile Libya gibi coğrafyalarda belli bir hakîkat payını –maalesef– barındırmaktadır. Öyle ki, sûfî cemaatler, türbeleri ve dergâhları ile Selefîliğin hışmını üzerlerine çekmektedirler. Demek ki, XXI. yüzyılın bir cilvesi, İslâm âleminde karşımıza bir tür ‘cemaatler çatışması’ çıkarmasıdır!
XXI. yüzyıl modernitenin aşıldığı, aşılmaya çalışıldığı bir ‘dem’ ise ve bu yeni asırda insanoğlunun uygarlık yürüyüşü sorgulanmakta ise, bu gidiş İslâm âleminde de ciddi yol haritası rekabetine bel vermektedir. Bu çerçevede cihâd ve cemaat gibi kavramlar belki de yeniden tanımlanmaya muhtaç hale gelmektedirler.
Şu kadarı malûm ki, XXI. yüzyıl bırakınız çatışma boyutunu, uygarlık mefhumu üzerinde vurgu yapmakta. Uygarlık ise millî kimliklerin ötesinde, üstünde mânevî, hatta metafizik bir kimlik arayışını mündemiç bir geniş tanıma âmir olmakta. Bu ölçekte düşünüldüğünde İslâm uygarlığını hangi yükselen değerlerin tebliğ ve temsil etmesi gerektiği de tartışılmakta. Alternatif ve birbirine paralel açılımlarıyla İslâm âlemi, ‘efervesan’ halindedir. Söz konusu polemikler belli bir mutabakata dökülebilecek midir, henüz bunu noktalamak için zaman çok erken. Ancak, bu süreçte cemaatlerin duruşunun artan bir ehemmiyeti haiz bulunduğu da inkâr edilemez.
İster iç, ister dış siyaseti, bir devletin, hatta milletin kimliğinin aynasıdırlar. O millete ‘ben idrâki’ni ontolojik husûsiyetleri ile hatırlatan acentalar da bu düzlemde kaçınılmaz biçimde ‘cemaatler’dir; özellikle tasavvufî cemaatler… Belki de cemaatlerin kolektif işlevselliklerini bu çerçevede değerlendirmek lâzımdır, diye düşünüyorum.
Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethinden sonra buyurduğu gibi asıl cihâd, içsel bir aydınlanmadan/nurlanmadan geçmektedir, günümüzde... Postmodern çağın ‘Tüketim toplumu’ ve onun bagajında getirdiği asabiyet ve enâniyet nöbetlerine karşı cemaatlerin, kendi neşveleri doğrultusunda kitleleri ahlâka ve sulha daveti hem İslâm âlemi, hem de küresel(leşen) toplum için bulunmaz bir panzehirdir, gibime geliyor.
Cemaatlerin cehdi (mücâhedesi) ‘hayırlarda yarışmak’ ideali doğrultusunda okunduğunda belki de –umulur ya– selâmetin kapısını aralayacak bir sihirli anahtar sunabilir mi, insanoğluna?..
“Ey imân edenler! İçinizden kendi dinlerinden dönen olursa Allah ona bedel bir cemaat getirecek ki onları sever, onlar da onu severler; onlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı zorlu olurlar; Allah yolunda cihâd ederler; ayıplayan kimselerin hiçbirinin ayıplamasından korkmazlar. Bu Allah’ın bir inâyetidir ki onu dilediğine verir. Allah vasi’dir, hakkıyla alîmdir.” (5/54) Elmalılı’nın mealinden...
Yukarıdaki âyet-i kerîmeyi, bir de bu tarihî konjonktürde yorum ve/ya te’vîl edersek, herhâlde nereye varmak istediğimiz daha anlaşılabilir kılınacaktır.
Ezcümle, cemaat(ler) boyutundaki mücâhedenin millet makamındaki (gerçek) cihâda dönüşümüdür, asıl altını çizmek istediğim.