Modern şiirimizin seçkin isimlerinden Sezai Karakoç, Hızır’la Kırk Saat’te, İki Güneş’in arasındaki sırrı şöyle anlatır:
Şam’dayız
Mevlânâ ve Mesnevî
Muhyiddîn ve Yasîn
Şems ve Füsûs
Şems nasıl değiştirdi
Bengisu sarnıçlarından geçirerek
Mevlânâ Celâleddîn’i
Ve Yasîn bir delikanlı biçiminde
Ağır ölüm hastalığında
Nasıl iyileştirdi İbnü’l Arabî’yi
Mekke çatısında Füsûs’un ve Fütuhat’ın yapraklarını ayıklayan
Güneşin, yağmurun ve rüzgârın yardımcısı kimdi?
Şairin ‘alıntı’ ve göndermesi, doğrudan irfanî geleneğin iki büyük kaynağıdır: Hz. Mevlânâ ve Hz. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî. Bu iki büyük denizin bir zaman kavuştuğuna ilişkin kaynaklarda bilgiler bulmaktayız. Karakoç buna gönderme yapar. Mekke’deki bir vâkıasında Hz. Peygamber’in vermiş olduğu Füsûsu’l-Hikem’in son fassında, Şeyh-i Ekber, Muhammed kelimesindeki Ferdi Hikmetin Özü’nde, Hz. Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’inden bir alıntı yapar.
Hz. Mevlânâ Hz. Şems’i tanıdığında yetkin bir âlimdir. Fakat hakîkatin bâtınî sırlarına onunla erecektir. Ona, zâhirî bilgilerini tersyüz edecek ve zihinsel algısının kalıplarını kıracak bir soru sorar. Âdetâ bir yıldırım gibi çarpar, içine aşk ateşini düşürür. Hz. Mevlânâ böylece şairin ‘bengisu sarnıcı’ diye nitelediği irfanî berzaha girer.
Hz. Şems, Hz. Mevlânâ’nın muhabbetinin kendi şahsında kilitlendiğini görünce ortadan kaybolur. Böylece bu büyük aşk muallimi, öğrencisini mânevî yolculuğu ile baş başa bırakır. Bu aşk yoludur.
Yasîn’in bir delikanlı biçiminde görünmesi, Hz. İbnü’l Arabî’nin vâkıalarından biridir.
İlk şeyhlerinden el-Müsennâ’da da böylesi bir hali görürüz. Onun hizmetine de insan sûretine giren Fatiha sûresi verilmiştir.
Güneş, İlâhî Hakîkat’in sembolüdür, yağmur rahmettir ve rüzgâr haber taşıyan elçidir.
Şiirin devamında Hz. Şems’le Hz. Mevlânâ’nın karşılaşması aktarılır.
Şems bir soruydu
Bir cevaptı Mevlânâ
Benziyorlardı bir arada
Kişinin kendisiyle yaptığı bir konuşmaya
Muhyiddîn’in İbnü’r-Rüşd’e dediği gibi
Bir evet bir hayır demedi Mevlânâ
Hep evet dedi Şems’e bu konuşmada…
Evet-hayır meselesi, İbnü’l-Arabî’nin henüz genç bir bilge iken Mağrib’in büyük düşünürü İbnü’r-Rüşd’le görüşmesini îmâ eder:
“(…)Bu hal, bu melâlde bir süre kaldılar. Gezgin, derin derin soluklandı ve sessizliği bozarak; ‘Evet’ dedi. Filozofun göğsüne sıkışmış olan soluğu da boşandı ve rahatlamış hissederek kendisini, yüreğindeki sevincin de ateşlemesiyle; ‘Evet’ diye karşılık verdi. Gezgin tekrar suskunluğa gömüldü. Filozof, yıllardır onu beklemişti, bu cevabın umuduyla onu, evinde beklemişti. Şimdi dileğine erişmiş olmanın mutluluğu içindeydi. Rahatlamıştı artık. Üzerindeki dünya kadar yük inmiş, kuş gibi hafiflemişti. Gezginin dilinden dökülen bu ‘Evet’, hem kendini hem de şimdiye değin yazdıklarının ve söylediklerinin onaylamasıydı. Böyle yorumlamıştı ‘Evet’i. Dünyanın en güzel kelimesiydi bu. Kelimenin kalbine baktı filozof, bunları gördü. Gezgin, sonunda, onu, düşüncelerinden dolayı kutluyordu. Düşünme katındayken kendisine verilen bu onay, filozofu tarifi güç bir sevince boğmuştu. Gezginde durum farklıydı oysa. O, tekrar gömüldüğü suskuda bir zaman kaldıktan sonra, ilkinden daha kararlı ve giz dolu bir sesle; ‘Hayır’ dedi. Filozof, bu sözcüğü duyar duymaz kaskatı kesildi, beti benzi attı ve düşüncelerinden kuşkuya düşmüş, çaresiz bir kimsenin çırpınışıyla; ‘İlâhî esin ve aydınlanmayla ulaştığın sonuç nedir, daha açık konuşur musun?’ diye sordu. Gezgin, sesindeki gizemi yitirmeksizin, aynı kararlı ve sır dolu sesle; ‘evet ile hayır’ dedi, ‘Bugüne değin yaşadıklarımdan öğrendiğim şey bu iki kelimedir.’ Filozof sancıyormuş gibi kıvranıyor, sözün devamını bekliyordu. Gezgin sürdürdü konuşmasını; ‘İlâhî esinle bana bildirilen bu iki kelimedir, evet ile hayırla, başlar boyunlarından ayrılır, ruhlar, bedenlerinden uçurulur.’ Filozofun çehresi sararmış, bedeni titremeye başlamıştı, belli belirsiz bir sesle; ‘Allah’tan başka güç sahibi yoktur.’ diye fısıldadı. Gezgin izin isteyip sessizce ayrıldı yanından. Kapıya dek uğurladı filozof, sokakta yitişine baktı uzun uzun. Onu son kez görüyordu. Sonradan defalarca görüşme dileğini iletmiş ama bir türlü cevap alamamıştı. Oysa gezgin bir kez gördü onu. Yine onunla konuşma isteğiyle dolduğunda, geldi evine. İlâhî bağış, onunla arasında hafif bir perde olduğu halde, bir kendinden geçiş anında gösterdi filozofu kendisine. Gezgin, o rahmet perdesinin ardından görüyordu onu. Oysa o, gezginin orada olduğunu bilmiyordu. Onu fark edemeyecek denli düşünceye dalmıştı. Gezgin, kıpırtısız bir bakışla bakarak, kendi kendine; ‘Düşüncen ve dikkatin, seni benim bulunduğum yere getiremiyor (…)’ (Gezgin’den)
Şam çarşılarında Şems’i arayıp duran Hz. Mevlânâ’nın öyküsüyle sürer şiir.
Şam, kutlu bir şehirdir.
“Şam’da sakin olun, o, mübarek beldelerdendir.” hadîsi buna işaret eder.
Hz. Şems, Hz. Mevlânâ’ya bir bengisudur, bir yitirir bir bulur onu.
Bu hicran günlerine ilişkin bir hikâye anlatılır. Hz. Pîr, kendisine “Şems’i gördüm.” diyenlere kese kese altınlar verirmiş. Bunun üzerine dostlarından biri; “Efendim, yalan söylediklerini siz de biliyorsunuz, neden böyle yapıyorsunuz?” deyince şöyle cevaplarmış: “Evet, ben de biliyorum yalan söylediklerini, bu yüzden onlara altın veriyorum. Eğer doğru söyleseler canımı verirdim.”
Karakoç, şiirinde Hz. Mevlânâ ile Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’yi Şam’da buluşturur ve Şems’i sordurur.
Muhyiddîn kabrini açarak
Sabır kitabından bir yaprak çevirerek
Şems’in kendisini gösterdi
Sonra yorgun bir Şam öğlesinde
Sıcakta çekirgeler kavrulurken
Çömeldi bir su kıyısında
Hızır’ı gördü, alı yeşili gördü suda
Şems’i gördü ve buldu kendini
Wittgenstein, “Kelimeler eylemlerdir.” der.
Karakoç’un şiiri, Hz. Eşrefoğlu Rûmî’nin dediği gibi, ‘kendi derdin söyleyen/gayrı hikâyet etmeyen’ bir şiirdir. Madem şiir en kişisel dildir, o halde şair, irfanî gelenekteki gibi, halini şikâyet edecektir. Onunkisi, Hz. Mevlânâ’nın beyânı üzre, bir hikâyettir lâkin bir halin şikâyetidir. Hz. Şems, Hızır tecellisidir. Tıpkı Karakoç’a göründüğü gibi, Hz. Mevlânâ’ya da görünmüştür ve kırmızı ile yeşili göstermiştir. Kırmızı marifetin, yeşil, Muhammedî Nur’un rengidir. Tıpkı fânî sevgilinin alınıp kendisine Mona Rosa’nın, Tâhâ’nın Kitabı’nın verilişi gibi, Şems alınmış, Mesnevî verilmiştir Hz. Mevlânâ’ya.
Şimdi Hz. Mevlânâ için; Gökten bir kartal geçse/ve yere düşse gölgesi / Bu acaba Şems’in gölgesi midir / Yerin altından gelirse bir su şırıltısı sesi / Bu ses Şems’in mi sesi / Çöllerde kumda varsa / Kızgın bir ayak izi / Bu iz Şems’in mi izi?
Mesnevî’yi böyle böyle kurar Hz. Mevlânâ.
Hz. Musa’ya Hızır ne ise, Hz. Pîr’e de Şems odur. Şems, güneştir ve ne Doğulu ne de Batılıdır. Yıllar süren ilim tahsilinden sonra devrinin en yetkin âlimi olan Hz. Pîr’le Konya sokaklarında karşılaştığında tepeden tırnağa aşk kesilmiş bir alıcı kuştur. Hüma’dır, Anka’dır, doğandır. Hz. Yûnus Emre’nin beyânı üzre, ‘Yûnus bir doğan idi kondu Taptuk koluna…’daki sır ne ise, Hz. Pîr’in Şems Hazretleri’nin gönlündeki yankısı odur. Hz. Pîr de, bir doğandır, avcı kuştur ve onun koluna konmuştur. Kendi beyânı üzre; Hz. Şems, murâddır, Hz. Pîr ise, murâdın murâdıdır. Nitekim pişip yandıktan sonra, ilâhî aşk şarabıyla sermest olanların en üstünü Hallâc-ı Mansur’dan daha ateşin bir şekilde şöyle diyecektir:
Bugün Ahmed benim,
Ama dünkü Ahmed değil.
Bugün Anka benim,
Ama yemle beslenen kuşcağız değil.
Ene’l-Hak kadehiyle
Bir yudum içen sızdı
Tanrılık şarabından.
Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım
Ben, sultanların aradığı sultan.
Ben hâcetler kıblesiyim.
Gönlün kıblesiyim ben.
Ben cuma mescidi değilim,
İnsanlık mescidiyim ben.
Ben saf aynayım,
Sırım dökülmemiş, paslanmamışım.
Ben kin dolu bir gönül değilim,
Sinâ dağının gönlüyüm ben.
Üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum,
Benim sarhoşluğumun sonu yok.
Tarhana çorbası içmem ben,
Cân yemeği yerim,
İçerim cân şerbeti.
İşte sararttı seni
Bir gümüş bedenlinin özlemi.
Altın haline geldin artık.
Sen altına âşıksın,
Altın benim rengime âşık.
Gönlü saf sûfiyim ben,
Benim tekkem âlem,
Medresem dünya benim.
[if !supportLineBreakNewLine]
[endif]
Ey Tebriz'li hak Şems'i,
Yüzünü göstermediysen sen,
Yoksul çaresiz kalırdı kulun;
Ne gönlü olurdu, ne dini.
Karşılaştıklarında, Hz. Pîr, altına âşık değildir ama altın, Hz. Şems’in rengine âşıktır. Sultanların aradığı bir sultandır o. Murâddır. Hz. Mevlânâ’yı içine attığı aşk ateşi yaktıkça yakar. Zâhirî ilim ile hakîkate doğru yürümeyi öğrenmiştir ve nicedir yürümektedir; lâkin gerçeğin ufuklarında yani ‘kendinden kendine’ gerçekleşen hakîkat gezisinde uçması, bunun için de kanatlanması gerekir. Bu, aşktır. İş başa dönecektir ve başla sonu bitiştiren Hz. Mevlânâ, bir ‘Murâd’ olan Hz. Şems’in kalbine bıraktığı ateşle yandıkça ‘Murâdların murâdı’ haline gelecektir.
Aşk, ateştir, yakar ve yakışıyla yeni bir vücudun varlığına vesiledir. Rilke’nin; “Aşk, kavuşma arzusuyla sürekli yanmaktır.” deyişi, Hakîkat’e yolculuğun sonu olmamasıyla ilgilidir. Hz. Şems haline gelmiş olan Hz. Mevlânâ’nın diliyle söylersek; “Üzüm sarhoşluğu değildir.” onun sarhoşluğu, onun sarhoşluğunun sonu yoktur. Nitekim Hallac’a, Ömer Hayyam’a, özetle aşk şarabıyla sermest olmuş Hak âşıklarının tümüne ait olduğu söylenen; “Biz sarhoş iken henüz üzüm yaratılmamıştı.” sözünde en olgun anlamını bulan Allah’ta seyrin sonu yoktur. Bundan sonrası da yoktur. Halvetî bilge; “İlâhî birlik yolunda son nokta budur: Allah’ta seyr.” der. Bunu, rivâyet kitapları, farklı gibi görünen ama aynı mânâyı vurgulayan iki kutsî haberle şöyle ifade ederler: “Kulum bana farzlardan daha güzel, nafilelerden daha sevimli bir yolla yaklaşm(a)maz. Öyle ki, onun, duyan kulağı, konuşan dili, tutan eli, yürüyen ayağı, düşünen aklı, seven kalbi olurum…” İnsanın Hak’ta gaybuûbet etmesine kulluk denir. Kul kimdir diye soran bir dervişine bir ârif şöyle cevap verir : “Kul, Allah’ta kaybolan kişidir.” Nitekim Bağdat’ın büyük bilgesi Hz. Cüneyd, tasavvuf irfanını tarif ederken; “Allah’ın insanı nefsinde öldürüp, Kendi sonsuz ve mutlak varlığında ebedî diri kılmasıdır.” buyurmuştur. Harakanlı büyük bilge bunu, derviş tanımında şöyle dillendirir: “Derviş, yuvasından yavrularına yiyecek bulma umuduyla ayrılan, yiyecek bulamayan, yolunu kaybeden, bir daha yuvasına dönemeyen kuşa benzer.” Hz. Yûnus’un; “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun.” çığlığı da bu sırrı îmâ etmektedir. Benliğinin giderilmesini murâd eden, giderek kendi murâdını terk eden kişiye mürîd denir ki, bu; “Gider benden benliğim” diyen şairin irfanındandır. İnsanın kendi izafî ve vehmî algılarından kurtulup, kişisel idrak sınırlarını terk ederek, Hakîkat’in ilâhî iklimine katılmasına aşk denir. Aşk, Hz. Allah’ın sıfatlarındandır ve Cenâb-ı Aşk’tan kasıt da budur. Böylesi bir aşk daima yakıcıdır. Hz. Mevlânâ, yıllarca medreselerden ilim öğrenmiş, zâhir ilimlerini tederrüs etmiş, yetkin bir âlimdir. Hz. Şems’le karşılaştığında ilim mektebindeki öğrenim bitmiştir. Hz. Şems, aşk muallimidir. İnsan, bu âleme, taallümle tekemmül etmek için gelmiştir. Bunun son aşamasını aşk yolundaki öğrenim oluşturur. Konya sokaklarından kendisine bütün bildiklerini unutturan ve boşa çıkaran bir aşk muallimi ile karşılaşan Hz. Mevlânâ, Hz. Şems’in zihnini ve birikimini alabora eden o yıkıcı sorusuyla birlikte O’nun ‘aşk mektebi’ne kaydolur. Artık pervaz etmesi için çift kanatlı olma zamanı gelmiştir. “Hamdım, piştim, yandım.” diye veciz biçimde ifade buyuracağı o çileli süreç başlar. Günler geceler boyu iki deniz halvet olurlar. Hz. Mevlânâ, kendisini İlâhî Hakîkat’in celâl boyutuyla yüzleştiren bu kartal ile bereketli günler geçirir. Selçuklu’nun alemi olan kartal’ın, insanı yerçekiminden kurtarıp deyim yerindeyse gökçekimine bağlayan bir işlevi vardır. Hz. Şems sadece bir soru değildir, hem soru, hem cevap hem de bu cevapları boşa çıkaran bir sorudur Hz. Mevlânâ için. İnsanın, Allah’ın sonsuz ve mutlak varlığında kaybolabilmesi için kemâl halinin gerçekleşmesi zorunludur. Hz. Şems, Hz. Mevlânâ’yı posta ve Dost’a hazır bir kıvama getirene değin yakar. Gönlüne bıraktığı kor zaten onu bir kandilin fitili gibi içten içe yakacaktır. Onu bağlarından, kitabî bilgilerinden, zanlarından, mutlak sandığı bütün rivâyet ve kitâbet bilgilerinden kurtaracaktır. Hz. Mevlânâ için için yandıkça Hakîkat’in mutlak ikliminde, şairin belirttiği gibi ‘haddeden geçen nezaket’ gibi olur, ince eleklerden geçer, sırrı atar, Sırat’tan geçer, Burak’tan Refref’e intikal eder, araçsal aklı bırakır, kalpteki akla, kalbin, aklın anlayamadığı akıllarına bürünür, sonra o aklın da üzerine çıkar, sadece gönlün göğüne yükselir, gönlün gözleri açılır, “İki göz bir görür.” bilir, piştikçe pişer, örsün üzerinde çekicin dövdüğü ‘demir’ koru haline gelir, yepyeni bir şekil alır, bir dem gelir söyleyemez, bir sözü şerh eyleyemez, sessizliğe bürünür, tenhadadır, oradan geçer, kaf sûretinin içindeki Anka oluncaya değin sürer yolculuk. Yol aldıkça sonu olmadığını görür. Sonsuzluğun tadına varınca bilir ki, yolculuk eden de O’dur, yolculuk ettiren de, yol da. Orada iken, yani her şeyin bir olduğunu, Hak’tan gayri bir nesnenin olmadığını, gözsüzlere gizli olduğunu bilince, cem düzeyinin diliyle şöyle der : ‘Âşık da O, mâşuk da O, aşk da O…’ Hz. Mevlânâ bu sırrı, Hz. Şems’in ateşiyle yandıktan sonra söylemiştir. Burada, yani sevenin de sevilenin de sevginin de bir olduğunun bilindiği yerde artık kendi dilinden konuşan O’dur. Hz. Mısrî’nin, “Niyâzî’nin dilinden Yûnusdurur söyleyen/Herkese bir cân gerek Yûnusdurur cân bana” dizelerini, “Niyâzî’nin dilinden Hak’tır söyleyen.” biçiminde okumak gerekir. Artık demirlikten eser kalmamıştır. Sadece kordur. Ateştir. Saf aynayım ben, sırrım dökülmemiş, bu sırrı ifade etmektedir. Bilgilendikçe ve ışıdıkça sırlanır. Çünkü hakîkat, gizlendikçe açılır, açıldıkça gizlenir. İnsan ince eleğe vuruldukça; “Geceler subha (sabaha) dek inletir bu dert beni.” diyen Hz. Mısrî’nin de büründüğü hale bürünür, derde giriftar olur. Hz. Şems’in bu süreçte, saf, dolaysız ve Mutlak Hakîkat’le temas kurmakta olan Hz. Pîr’i melâmete sürdüğü ve celâl tecrübesi yaşattığı biliniyor. Hz. Mevlânâ ile Hz. Şems arasında neler olup bittiğini anlamakta güçlük çekenlerin aklının kırıldığı yer burasıdır. Bu sırdan habersiz olanların titri profesör de olsa, celâl ve melâmet deneyiminin sırlarından habersiz iseler doğru anlamaları ve yorumlamaları imkânsızdır. Celâl tecrübesi yaşanmadan cem (birleştirme, birleme, mutlak birlik) algılanamaz. Bu idrak düzeyinde artık, ‘kahr u lûtfu şey-i vahid bilmemek’ olmaz. Celâl ve cemâl birlenmeden de azaptan kurtulunamaz. Bunu idrake ermeyen, yani “Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş.” diyen şairin, ‘insan’dan neyi kastettiğine dikkat lâzımdır. Celâl tecrübelerinin en sıradan örneklerini menâkıbnâmeden izlemek mümkündür. Şeyhülislâmlığa iki adım yaklaşmış yetkin bir âlime sokakta ciğer sattırırlar, hijyen konusunda aşırı duyarlı bir profesöre aylarca tekkenin tuvaletini temizletirler, senelerce ‘bilmiyorum’ diye zikrettirirler, dişlerinin arasında ‘molla’lıktan zerre miktar eser kalmayıncaya değin uğraşırlar, dilindeki mürekkep lekesini silmek için çaba gösterirler, hatta Ramazan ayında kürsüde orucun hikmetlerini va’z ettirip namaz kıldırttıktan sonra mescidin avlusunda herkesin gözü önünde kasten oruç yedirirler. Niyâzî-i Mısrî, Azîz Mahmud Hüdayî, Hacı Bayrâm-ı Velî gibi büyük âriflerin böylesi tecrübelerden geçtiğini biliyoruz. Hz. Mevlânâ’ya da Hz. Şems’in bu türden bir tecrübe yaşattığı, melâmete sürdüğü biliniyor. Meselenin künhüne vâkıf olmak için Edip Harabî Baba’nın dediği gibi, ‘vâkıf-ı esrar olmak’ gerekir. Mürşid-i kâmilin pendin dinlemek her yolcuya nasib olmaz. Bu bir rıza lokmasıdır, herkes yiyemez. Devri gelenin böylesi bir tecrübeden kurtulamayacağını bize, Kur’ân’daki peygamber kıssaları açıkça beyân buyurmaktadır. Efendimiz (s.a.s.)’in, Yûnus’un, Hz. Eyyüb’ün, Hz. Yûsuf’un, Hz. Mûsâ’nın nasıl celâl vadilerine sürüldüğünü biliyoruz.
Hz. Mevlâna’nın gerçekliği Mesnevî’de, Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr’in sırrı ise Hz. Şems’tedir.
Rivâyete göre, Konya sokaklarında rastladığı Hz. Pîr’in bineğinin üzengisinden tutar ve “Söyle bakalım, Hz. Muhammed mi büyüktür, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi?’ diye sorar. Hz. Şems, bir göktaşı gibi düşmüştür Hz. Pîr’in aklına ve Konya’nın kalbine. Hz. Pîr; “Sırrı kim bildirecek?” diye sorduğunda; “Ben!” diye atılır ve “Başlı giden başsız döner.” uyarısını duymaz bile. Kulağı hakîkat dışı bilgilere sağırlaşmış bir Anka’dır o. Sorusuyla Hz. Pîr’in aklının tavanındaki çengele bir muamma asmış, onu yeniden yapmak üzere yıkmıştır. Hz. Pîr, bu depremle sarsılır, bineğinden iner. İnmeden önceki konuşmalar arasında şunlar geçmiştir tarihin kayıt defterine: “Tabiî ki Hz. Muhammed büyüktür.” “Peki, o halde niçin Hz. Muhammed (s.a.s.), ‘Ya Rabbî, Seni tenzih ederim, Seni takdis ederim, Sana hamdederim, Seni temcid ederim.’ diyor da, Bâyezîd-i Bistâmî, ‘Ya Rabbî! Kendimi tenzih ederim, kendime hamdederim, kendimi temcid ederim.’ buyuruyor?” Sorunun sarsıcı etkisiyle bineğinden inen Hz. Pîr için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Sırr-ı Hakîkat’le karşılaşanın aklı mat olurmuş, dili lal. Böyle der Hz. Yûnus Emre. Çağın celâl tecellisinden olmak üzere, Tanpınar’ın benzetmesiyle, Anadolu’yu, diyâr-ı Rûm’u kara bir dalga gibi saran Moğol akınları, celâl içinde cemâlin gerçekleşmesine imkân hazırlamaktadır. Kır Türkçe’sini bir irfan dili haline getiren Yûnus Emre, aynı sırrı Arapça söyleyen Muhyiddîn İbnü’l-Arabî ve nihayet hakîkati Fars diliyle tercüme eden Hz. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî… Çözülen bir devletin ardından, Osman Gazi’nin rüyasındaki üzre, göğsünden çıkan çınarın dallarının semâ’a yayılmasıyla yani Devlet-i Âliyye’nin ve İslâm medeniyetinin son büyük damarı olan Osmanlı medeniyetinin neşv ü nemasıyla celâl içinde cemâlin göz kamaştırıcı tecellisidir.
Şems-Mevlânâ Dostluğu kitabıyla iki soylu ruhun karşılaşma öyküsünü belgelerin ışığında anlatan Bayram Ali Çetinkaya’ya göre, Hz. Şems 1245 senesinde Konya’ya geldiğinde altmış yaşındadır. Ebu Bekr Sellebaf adlı bilgenin irfan tezgâhından geçmiş olan Tebrizli ârif, genç yaşında ‘Kâmil-i Tebrizî’ ünvanıyla şöhret bulmuştur. Menâkıbu'l-Ârifin’den öğrendiğimize göre, gerek bu kılavuzu gerekse başka üstadları olsun, Hz. Pîr Hüdâvendigâr’dan aldığı feyzi hiçbirinde bulamamıştır. Hz. Mevlânâ'ya, Konya'ya gelmeden önce, Şam, Bağdat ve Erzurum'da kalır. Asıl aradığının Anadolu'da olduğunu hisseder. Konya'ya geldiğinde ilkin Şekerci Han'a iner. Odasının kapısına, zengin bir tacir olduğu izlenimi verecek değerli bir kilit asar. Fakr ve fena halindedir oysa, hasır üzerinde, mübarek başını tuğlaya koyarak uyumaktadır. Gözleri uykuda, gönlü uyanıktır. Hz. Hüdâvendigâr ile karşılaştıktan sonraki altı ay boyunca, sır sohbetleri yaparlar. Hz. Mevlânâ, medresedeki dersleri terk eder, hakîkat bilgisinin kitaplarda olmadığını anlar, sadece Hz. Şems'le görüşmek, söyleşmek ister. Öğrencileri, sevenleri meraktadır. Dervişleri, Tebrizli bilgenin, onu kendilerinden yoksun bırakışına üzülür, kaygılanır ve gücenirler. 'Varlığından soyunmuş' olan bu ârifin gelişiyle birlikte Hz. Mevlânâ da kendine gelmiş, önüne yeni kapılar açılmış, Hakîkat denizine dalmış, kendini sonsuz ummanda yitirmiştir. Tepkiler büyüyünce Hz. Şems kaybolur. Şam'a gittiği söylenir. Ayrılığın görünür nedenlerinin ardında başka sebepler, hikmetler saklıdır. Hz. Mevlânâ'nın gönlüne saldığı ateşin daha da harlanmasını ve yakmasını dilemiştir.
Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yâr başka bir dosta meylediyorsun etme
Sen yad eller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme
Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme
Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme
Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme
Âşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme
Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme
Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mahvediyorsun etme
Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme
İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme…
Nitekim beklenen gerçekleşir, Hz. Mevlânâ'nın kalbindeki aşk ateşi bütün varlığını sarar, yakar, yakar, yakar, yaktıkça içinden saf, sırrı dökülmemiş, mücellâ bir ayna belirir. Hz. Yûnus'un beyânındaki sır açığa çıkar: Dağa düşer kül eyler / Gönüllere yol eyler / Sultanları kul eyler / Hikmetli nesnedir aşk… Kime kim vurdu ok / Gussa ile kaygu yok / Feryad ile âhı çok / Firkatli nesnedir aşk… Denizleri kaynatır / Mevce gelir oynatır / Kayaları söyletir / Kuvvetli nesnedir aşk…
Şems'in terk edişinden sonraki Mevlânâ, aşk ateşiyle yanarak varlığından tümüyle soyunmuş, Hakîkat abasıyla tekrar giyinmiş, vücudunda Hak'tan gayrı bir şey kalmamış olan Mevlânâ'dır. İmân insanı insan eder, belki de insanı sultan eder... Hüdâvendigâr'dır artık, sultanların aradığı sultandır.
Ayrılık süreci zorlu geçer. Gönlüne bıraktığı ilâhî ateşle yanıp kavrulan Hz. Mevlânâ tümüyle çekilir, balığın karnındaki Yûnus (a.s.) misali, kendini dış dünyadan bütünüyle soyutlar. Hz. Şems’in müjdesi gecikmez, mektubu erişince, Mevlânâ Hüdâvendigâr coşkun bir çağlayan gibi semâ’a başlar, şiirler söyler:
Yollara sular dökün,
Bahçelere müjdeler edin,
Bahar kokuları geliyor,
O geliyor, o
Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor.
Yol verin, açılın, savulun.
Beri durun, beri.
Yüzü apaydınlık, ak pak,
Bastığı yeri ardında gündüzler gibi bırakarak
O geliyor, o.
Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor.
Gökler yeryüzünü kapladı, örttü bir anda.
Bir anda dört yanı misk gibi bir koku sardı.
Bir anda bir velvele, bir kıyamet koptu cihânda.
O geliyor, o.
Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor.
Bir anda cân geldi bağlara, bağlar ışıdı.
Bir anda açıldı baktı bağlara gözler.
Bir anda bizde ne gam kaldı, ne dert kaldı, ne keder.
O geliyor, o.
Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor.
Yayından fırladı ok.
Hedefe ha vardı, ha varacak.
Bahçeler selâma durdu.
Serviler ayağa kalktı.
Çayır çimen yollara düştü.
İşte konca, ata binmiş geliyor.
Biz ne duruyoruz,
O geliyor, o.
Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor.
Sen bizim yöremize gelirsen göreceksin, ey Şems,
Huyumuz sadece susmak olmuş bizim, susmak.
Senin güzel gözlerin için işte cânım pusuda.
Rahatım kaçtı benim,
Geceleri uykum kalmadı gitti ama
Bak işte o güzel günler yola çıkmış geliyor.
Sultan Veled dervişlerle birlikte Şam’a gider, Hz. Pîr’in cevâb-ı mektubunu, armağanlarını ve çağrısını iletir. Hakîkat güneşi; “Bu hediyelere, davete ne hâcet! Bizim Muhammedî tabiatlı Hüdâvendigâr’a dair isteğimiz yeterlidir. Onun isteğinden taşra çıkmayız.” deyince hazırlık yapar, yola çıkarlar. Konya’nın girişinde emirler, vezirler ve dervişlerle karşılanır. Hz. Mevlânâ, Mevla’sına, dostuna kavuşmuş, sırr-ı Hakîkat’ten konuşan, konuştukça vahdet denizinde kaybolan, dilinden dürr döken, gevher saçan Güneş’in ışıklarıyla yeniden yıkanmanın zevkini yaşamıştır. Hak dostları, ne incinir ne incitirler. Hz. Mevlânâ, dostlarına, bundan böyle, incinmeyi ve incitmeyi terk etmiş olan Hz. Şems’e karşı daha duyarlı ve dikkatli olmalarını söyler. Nihayet. İrfanından nasiplenmiş olan Kimya Hatun’la evlenen Hz. Şems yanındadır ve Hz. Mevlânâ, vahdet denizine sık sık dalmakta, “Dervişler uçar kuşlar/deniz kenarın kışlar” diyen Hz. Yûnus gibi, denizin kıyısında olmanın engin saadetiyle dopdoludur. Hz. Pîr’in evinin holünde kalan Hz. Şems, bir defasında Alaeddîn Çelebi’yi eve girip çıkarken biraz daha dikkatli olması konusunda ikaz etmiş, bu husus yanlış anlaşılmış, yeni bir ayrılığın rüzgârı esmiş, Hz. Pîr’in kemâline kemâl katacak olan yepyeni bir sayfa açılmıştır.
Hz. Şems’in cemâl âlemine nasıl göçtüğüne ilişkin çeşitli rivâyetler vardır. Bunların her birinin ayrı ayrı tarihi bir anlamı ve değeri olmakla birlikte Hakk’ın murâdının ancak dostlarınca bilineceği de muhakkaktır. Hz. Şems’in göçüyle birlikte Hz. Mevlânâ, kemâl yolculuğunun son aşamasına girer. İlâhî Hakîkat’i en üst düzeyde idrak edecek bir ruh yordamına erişir, Allah’ta seyr denilen ve tevhîdde en üstün mertebe olan ilâhî murâd gerçekleşir. Aşk şehidi Şems ise, Hak’ta gaybûbet etmiş, sadakaların en büyüğü olan, insanın bizâtihî kendini tasadduk etmesi sırrına ermiştir.
Bir rivâyette buyurulduğu üzre; “Beni arayan Beni bulur. Beni bulan Beni bilir. Beni bilen Beni tanır. Beni tanıyan Bana âşık olur. Ben, Bana âşık olana âşık olurum. Ben âşık olduğumu öldürürüm. Öldürdüğümün diyeti Bana farz olur. Onun diyeti ise bizâtihî Benim…”
Tebriz’li Şems ise şöyle diyecektir:
“Yüce Allah’ın zâtına and içerim ki, Mevlânâ eğer benim sözlerimi başkalarına aktarmak istese, benden daha iyi aktarır. Bunu daha güzel nükteler ve mânâlarla süsler…”
Nitekim, Hz. Mevlânâ’nın dilinden söyleyen Hz. Şems olacaktır…