Bugün pek çok kimse tarafından bilinmese de Belh, ilim ve kültür tarihimize seçkin değerler yetiştirmiş bereketli bir şehirdir. Çok bereketli bir şehir; tıpkı Bağdat, Şam, Basra, Kûfe, Kahire, Buhara, Semerkand, Merv, Tus, Nişâbur ve Mehne gibi… Bu bereketli şehirlerden bazıları, tarih ırmağının hırçın dalgaları arasında kaybolup gitti. Birkaç yıl önce, Ebû Said Ebu’l-Hayr’ı yetiştiren Mehne’yi ziyaretimizde, orada sadece Sultan Sencer’in inşa ettirdiği, Türkmenlerin Mehne Baba olarak tanıdıkları bu bilge şahsiyetin türbesinin bu dalgalara direndiğini görmüştük. O koca şehir, aslına rücû etmiş, yeniden toprak olmuştu.
Zaman şehri alıp götürüyor… Savaşlar, depremler, felaketler ve göçler han evleri viran ediyor. Kıyamet, biraz da bu değil mi? Kadîm kavimlere ait harabeleri gezerken, İslâm şehirlerinin kerpiç yapılarına mukabil, sanki bâkî kalacakmış gibi taştan yapılan o şehirlerin de birer birer zaman ırmağının dalgalarına boyun eğerek yokluk suyunu içtiklerini görüyoruz. Petra gibi, kutsal metinlerde helâk olan milletlerin izini taşıyan şehirleri bilhassa Mezopotamya’nın pek çok köşesinde görmek mümkündür. Antik şehirleri ve harabeleri gezerken, Kur’ân’ın “Yeryüzünde gezin ve ibret alın.” emrini hatırda tutarak varlığın yegâne sahibine yönelmek ve yalnızca ona sığınmak gerektir. Evet, kadîm kavimlere ait şehirler öyle ama bizim medeniyetimizin demlendiği kayıp şehirleri ne yapmalı? Belki de bu şehirlerimizin neden kayıp şehirler olduğu üzerinde ayrıntılı düşünmeyi bir kenara bırakıp Anadolu’yu maddî ve mânevî açıdan besleyen medeniyet arkının membaı kadîm şehirlerimizden birisi olan Belh’i düşünmek lâzım. Zira bir zamanlar ilim, felsefe ve sanat merkezlerinden birisi olarak nice değerleri bağrında yetiştiren Belh, bilhassa Afganistan’ın işgaliyle başlayan ve zaman içinde diğer “muktedir” ve “süper” güçlerin müdahaleleriyle devam edegelen süreçte, şiddetin, yoksulluğun ve yoksunluğun gölgesinde kaybolup gitti. Şehir orada, harabeye dönüşen tarihî yapıları ve ne yapacağını bilemeyen zihni karışık yoksul halkıyla belki zamana karşı direniyor ama misyonunu yitirmiş, perişan… Bu yüzden kayıp şehir.
Bilindiği gibi, Belh, Medeniyetler ittifakı ve dünya barışı için temel referans olarak gösterilen Mevlânâ Hazretleri’nin doğduğu şehirdir. Farklı din, dil ve kültürler nezdinde ittifak ve barışı tesis edecek temel argümanlara hayat veren Mevlânâ (k.s.)’nın doğduğu şehir ve ülke, ne yazık ki, her fırsatta sevgi ve hoşgörü kavramlarını gündeme getiren ve hümanizmayı yegâne felsefeleri olarak ileri süren muktedir ve süper güçlerin işgali, oyun ve entrikalarıyla içine çekildiği kargaşa ortamından bir türlü kurtulamamış ve kendine gelememiştir. İşte sözün tükendiği yer tam da burasıdır; Belh, Herat ve Keşmir gibi şehirleri kaybolmaya mahkûm eden muktedir ve süper güçlerin bu riyakârlığı, tarihinden ve değerlerinden uzak düşmüş bu şehirlerin yöneticileri ve halkı… Velhâsıl şehirler insanı, insan da şehri böylesine tüketti; geride Belh’te doğan Mevlânâ’nın hoş sadâsı kaldı… Kim bilir belki bir gün gelir, bu hoş sadâ, yeniden kayıp şehrin sokaklarında yankılanır da şehre hayat verir.
Anadolu: Horasan Erenlerinin Mayaladığı Toprak
Rumeli’ni Anadolu’ya dönüştüren iksir, Hoca Ahmet Yesevî, Ebû Said Ebu’l-Hayr ve Necmeddîn-i Kübrâ gibi Horasan’ın ilim ve irfan şehirlerinde uyanmış bilge şahsiyetlerin nazarı ve sözüdür… Bu nazar ve bu söz, hikmet ve rubâî gibi nazma bürünmüş, aktarılagelen rivâyetlerle menkıbeye dönüşmüş ve kitaba dönüşen söz ve sohbetle büyümüş, askerî akınlar, ticarî seyahatler ve göçlerle Rumeli’ne gelmiş ve bu toprağı mayalamıştır. Mayayı gönül heybesine koyup Horasan’dan getiren ve bu toprağa atanlar, alperen, gazi, abdal, eren, derviş, cân ve baba gibi isimlerle anılan yüce gönüllü kimselerdir.
Bu yüce gönüllü insanlar, bugün sadece ticaret yolu olarak tanıtılmak istenen İpek Yolu’nu âdetâ bir medeniyet arkına dönüştürmüş, çoğu kere önce Bağdat ve Kerbelâ yolundan dünyanın merkezine, İbrahim (a.s.)’in makamına uğramış, velâdetin şavkıyla yeniden aydınlanmış, sonra hicret edip Yesrib’i Medine’ye dönüştüren kâinâtın övüncü olan Hazret-i Peygamber (s.a.s.)’in huzurunda sükûna ermiş, Şam’a uğrayıp zenginleşmiş ve oradan Rumeli’ne intikal etmiştir. Bazen Hacı Bektâş-ı Velî örneğinde olduğu gibi, doğrudan doğruya bu topraklara gelen, yolunu Hicaz’a sadece mânâ âleminde uğratanlar da vardır. Keza Yunus olup ‘gönül Kâ’besi’ni tavaf edenleri de hatırlamak lâzımdır. Her ne ise, ister uzun bir seyahatle olsun, isterse doğrudan doğruya bu topraklara kavuşmuş olsun, ister âlim, ister şair, ister asker, ister tüccar olsun; bu toprağa maya atan yüce gönüllü insanın kültür tarihimizde tek bir ismi vardır: Horasan ereni… Bu toprağı o mayalamış ve Rumeli’ni Anadolu’ya tebdil etmiştir. Nitekim hangi Anadolu şehrine giderseniz gidin, mutlaka orada bir yüce gönüllü insanın, bir Horasan ereninin izine rastlarsınız.
Belh’ten Anadolu’ya akan medeniyet arkı, Harizm’in Hive şehrinde doğan Necmeddîn-i Kübrâ (ö.1221)’nın nefesiyle yol almıştır. Onun nefesiyle ledünnî ilimlerin sırrına vâkıf olan Belhli Bahâeddîn Veled (ö.1231), o arkı Anadolu’ya ulaştırmıştır. Bahâeddîn Veled, rivâyete göre devrin meşhur âlim ve meşâyihinden üç yüz kişinin mânâ âleminde ulaştığı bilgiyle “Sultânu’l-Ulemâ” olarak tanınmıştır. Engin bilgi ve irfanıyla sadece Belh’i değil, bütün bir Horosan’ı aydınlatan Sultânu’l-Ulemâ, Belh’in meşhur filozoflarından Fahreddîn Râzî’yle bazı felsefi ve ilmi konularda tartışmış; araları açılmıştır. Bu anlaşmazlığa, devrin sultanı Alaâddîn Muhammed Hârizmşah, Râzî’den yana tavır alarak doğrudan müdahale etmiştir. Hatta rivâyetlere bakılırsa, Sultan Hârizmşah “Bir memlekette iki sultan olmaz.” yollu ifadelerle Sultânu’l-Ulemâ’yı tâzir etmiş ve bununla da kalmayarak bir haberciyle şu mesajı yollamıştır: “Şeyhimiz eğer Belh ülkesini kabul ederse bugünden itibaren padişahlık, ülkeler ve askerler onun olsun ve bana da başka bir ülkeye gitmem için müsaade etsin. Ben de oraya gidip yerleşeyim…”
Sultanın mesajını alan Bahâeddîn Veled, “Sultana selâm söyle, bu dünyanın fânî ülkeleri, askerleri, hazineleri, taht ve tâlihleri padişahlara yaraşır. Biz dervişiz, bize memleket ve saltanat münasip değildir… Biz gönül hoşluğuyla sefer edelim de sultan, halkı ve dostlarıyla baş başa kalsın.” diyerek haberciyi rahatlatmıştır. Böylece hicrete karar verilmiştir. Eflâkî, Menâkıbu’l-ârifîn’de, Belh’ten ayrılışı modern hikâyecileri kıskandıracak bir üslûpla tasvir eder. Üç yüz deve yükü kıymetli kitap, kırk olgun müftü ve zâhid, üç yüz güzel insan, Belh ahâlisinin feryad u figanı arasında yola koyulur… Sultan Hârizmşah yaptığı yanlışın farkına varmış, itibarlı haberciler göndermiş, özür dilemiştir ama yol hazırlığı tamamlanmıştır, artık durulmaz. Yola çıkmadan; “Ey fânî ülkenin sultanı!” diye başlayan uzun ve etkili bir nasihat yapmış, sonra da ailesi ve bazı sevenlerini de yanına alarak 1213’te Hicaz’a doğru yola koyulmuştur.
Bazı kaynaklar, Sultânu’l-Ulemâ’nın yaklaşan Moğol tehlikesini sezdiğini, önlem alınması hususunda yönetimi uyardığını, sözü dinlenmeyince de şehri terk ettiğini kaydederler. Nitekim onların Belh’i terk edişinden kısa bir süre sonra şehir Cengiz’in orduları tarafından yerle bir edilmiştir. Belh’ten Anadolu’ya akan arkın siyasî ve sosyal sebepleri, bu iki farklı bakış açısıyla izah edilir. Ancak her iki halde de ortaya çıkan temel husus şudur: Sultânu’l-Ulemâ, haksızlıklara karşı boyun eğmeyen, doğru bildiği ve inandığı gerçeği söylemekten çekinmeyen, siyaset ilmine ve tarihe bi-hakkın vâkıf, zamanı ve bölgedeki gelişmeleri stratejik bakışla okuyan bir bilge şahsiyettir. Ondan geriye kalan Maârif’i bu açıdan okumak mümkündür. Burada şu görülecektir: Sultânu’l-Ulemâ, her zaman ilmin itibarını yükseltmiş, bunun için icâbında devrin sultanını ve ünlü filozofunu karşısına almıştır. Bölgedeki siyasî gelişmeleri doğru okumuş, bir münevver olarak sezdiği tehlikeden siyasî erki elinde bulunduranları haberdâr etmiş ve muhtemel çözüm yolları önermiştir. Sözün, ilmî bakış ve anlayışın kıymetinin olmadığı yerde de durmamış, konformist davranarak pasif muhalefet veya entrika yolunu seçmemiş, meşakkati ihtiyar etmiştir.
Eflâkî’nin naklettiğine göre, Mevlânâ, zaman zaman Belh’ten ayrılış gününü anlatırmış. Rivâyete göre, bir seferinde Hüsâmeddîn Çelebi’nin evinde semâ’ anında Mevlânâ (k.s.), coşkunlukla göğsünü açarak; “Salih bir adamın başının derde girdiğinden beri bir hayli zaman oldu. Zavallı Horasan daha onun intikamına uğramakta ve onarılamayacak şekilde yıkılmaktadır.” diye feryad etmiş ve şu beyti okumuştur:
“Tanrı, öz erlerinden birinin kalbi incinmedikçe bir devirdeki halkı rüsva etmez.
Tanrı erlerinin gazabı bulutu kurutur. Bunların gönüllerinin gazabı dünyayı yıkar.”
Sonra da Bahâeddîn Veled’in uğradığı haksızlıkları ve yaşanan felaketleri baştan sona anlatmıştır (Eflâkî, Menâkib, I, 12). Bütün bunlarla birlikte uğranılan şehirler ve orada yaşanan halleri derli toplu bir yerde anlatmamıştır. Ancak iz sürüldüğünde Belh’ten Anadolu’ya akan medeniyet arkının, Merv, Serahs, Tus, Nişâbur, Bağdat ve Kûfe yoluyla aka aka, kâinâtın merkezi ve Hazret-i İbrahim’in makamı, Hazret-i Peygamber (s.a.s.)’in doğup İslâm nurunu insanlara tebliğ ettiği kutsal şehir Mekke’ye ulaştığı görülür. Ark, Mekke’ye ulaşmıştır; zira Mekke bu arkın öz kaynağıdır. İlim ve irfan ırmağı, tıpkı Hacer’in koşuşturması esnaında İsmail’in ayak ucunda coşan Zemzem gibi, burada doğmuş ve insanlığı suya garketmiştir. Bu bakımdan uğranılan her durak önemlidir; bu yolculuk on üç yaşındaki Muhammed Celâleddîn’i farklı coğrafyalar, farklı görüş ve duyuşlarla buluşturup Mekke’de tevhîde ulaştırmıştır. Nitekim gerek Mesnevî’de, gerekse Divân-ı Kebîr’de kervan, deve, yol, meşakkat ve sabır imgeleri bâriz bir şekilde kendini gösterir. Bu imgeler, bizzat yaşanan halin eseri olsa gerektir.
Bitmek tükenmek bilmeyen uzun çöller, sıra dağlar, vadiler, nehirler, ırmaklar, köyler ve şehirler göre göre, bin bir çeşit insana dokuna dokuna, onlarca dile kulak vere vere, Feridüddîn-i Attar örneğinde olduğu gibi, onlarca âlimin huzurunda dura dura akan bu ark, Mekke’de aslî özüne kavuşmuştur. Daha sonra ruh ufkumuz Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şehri Medine’ye doğru yola koyulmuştur. Medine, Muhammedî nurun şehridir. Nihayeti olmayan ve her yere ışığını saçan bu nur, Belh’ten akıp gelen arkı arındırmış, nurlandırmış ve Rûm illerini aydınlatsın diye bu topraklara sevk etmiştir. Belh’te devam eden tedris halkası, önce Larende, sonra Konya’da kurulmuştur… Gerçekten de Sultânu’l-Ulemâ Bahâeddîn Veled, Belh’i aydınlatan kandillerden birisiydi; orada ders verdiği gibi, halkı da irşad etmiştir. Artık bu hizmet, Anadolu topraklarında devam edecektir. Nitekim Sipehsâlar’ın naklettiğine göre, Mevlânâ da tıpkı babası gibi, tedrisle halkı irşad vazifesini birlikte sürdürmüştür. Ta ki, Şems gelinceye kadar; o gelince dersi de, vaazı da terk etmiş, farklı bir hal ve neşeye ermiştir. Kübrevîlikten Mevlevîliğe intikal eden irfanî tekâmül ve “derya-yı muhît” olan Mesnevî bu yeni halin neticesidir. Nitekim der ki: “Eğer biz o memlekette, Belh’te kalmış olsaydık, oradakilerin huylarına, yaradılışlarına uygun bir halde yaşar, ders vermek, kitap yazmak, vaaz, nasihat, zühd ve takvâda bulunmak, zâhirî şeylerle meşgul olmak gibi onların istediği şeylerle meşgul olurduk.” Evet, Belh’te Sultânu’l-Ulemâ olunur; yola düşüp Mekke’ye ve Medine’ye kavuşunca sultanlık sükûnete tebdil eder. Nihayet bu sükûn hali, Konya’da Tebrizli Şems’in kandiliyle coşkun bir deryaya dönüşür.
Büyük fikir, sanat ve ilim adamlarının yaşadıkları zamanın siyasî ve sosyal şartlarının yanında, doğup büyüdükleri şehirden ve içinde yetiştikleri muhitten etkilendikleri görülür. Muhit, insan için en önemli okuldur. Belh’ten Anadolu’ya akan medeniyet arkı, asil ve köklü bir ailenin hikâyesini bu topraklara taşımıştır. Arkın taşıdığı, dönemin siyasî ve sosyal hareketliliği, Moğol istilası ve İslâm memleketlerinin içine düştükleri halin tasvirini tarihçilere bırakalım ve şuna dikkat edelim: Bu ark, yaşanan sıkıntılara sabırla mukavemet göstermenin, moral değerleri daima canlı tutmanın, Allah’a sığınmanın yollarını göstermek için hâlâ akmaktadır… Ve hâlâ ahlâkî yücelişin usûl ve erkânını telkin eden evrensel ilkeleriyle yolumuzu aydınlatmaktadır. Böylece bizi, kendi muhitine alıp götürmekte, güneşin doğuşunu ve batışını gidip göremediğimiz Belh’te bir medresenin damında seyrettirmektedir. Zira büyük adamlar ve büyük fikirler, insanı zaman ve mekân kaydından âzâde, bir şekilde zuhûr ettiği coğrafyaya ve tarihe götürürler.
Belh’ten Anadolu’ya akan ark, sadece Bahâeddîn Veled ve oğlu Mevlânâ’nın dalgalarıyla akmamıştır. Bu ark, söz olup dilden dile dolaşarak günümüze değin gelen İbrahim Edhem’in ve Ebû Ali Şakikî Belhî’nin menkıbeleri, el-Kindî’nin şöhreti asırları aşan öğrencisi Ebu Zeyd Ahmed bin Sehl el-Belhî’nin coğrafya, matematik, tıp ve ruhiyat alanında yaptığı keşifleri ve Ebu Ma’şer Ca’fer b, Muhammed b. Ömer el-Belhî’nin astronomiye dair tespitleriyle akmaya devam etmiştir. Nihayet bu ark, geçen asrın başlarında Abdulkâdir Belhî’nin Eyüp’te kurduğu irfan sofrasıyla günümüze değin akışını devam ettirmiştir.
Netice-i Kelâm
Bugün coğrafya bilgimiz azaldı; malûmat çoğaldı, mesafeler uzadı… Belh, ta Baktira olarak anıldığı zamanlardan itibaren, Zerdüşt ve Avesta’yla da bir merkez olmuştur. Bu merkez, İslâm fetihleriyle, daha ilk dönemlerde İslâm coğrafyasının kutlu bir beldesi haline dönüşmüş; bilhassa Ebû Müslim Horasânî gibi alperenleriyle mamur bir şehir hüviyetini kazanmıştır. Orada Emevîler, Abbâsîler, Karahanlılar, Gazneliler, Harzemşahlar, Gurlular, Cengiz ve Timurlular uzunca dönemler konaklamışlar. Sonra malûm süreçler; sömürgeler… Ve Afganistan. Şimdi orası, İslâm medeniyetinin, ilim ve irfan hayatının en önemli merkezlerinden biri, ne halde? Bilgi çağında enforme oluyoruz ama nasıl? Muktedir ve süper güçlerin estirdiği şiddet bilgiyi de içine alıyor, eviriyor, çeviriyor ve bizim şehrimizi bize yabancılaştırıyor. Zamanla Belh uzaklaşıyor, kayıp şehir oluyor. Lâkin biz umudumuzu yitirmiyor, Mevlânâ Celâleddîn el-Belhî’ye kulak veriyor ve uzakları yakın eden yola çıkmak için kervancıbaşından haber bekliyoruz.
“Kervanbaşının kervanın kalkmak üzere olduğunu haber veren çanlarının seslerini duyuyor musun? O tarafta nice yol arkadaşlarımız, nice dostlarımız var. Hep bizi bekliyorlar.” Evet, Belh bizi bekliyor… Bizi bekliyor, Herat, Nişâbur, Mehne, Buhara ve Semerkand. Selam olsun, o kutlu bekleyişe. Ve akış devam ediyor…