Her şeyin fiyatını bilip değerini bilmeyen bir kültürün çocukları Mesnevî’nin kıymetini anlayabilir mi? René Guénon’un tâbiriyle Avrupa’da yaşayan insanlar, ‘nicelik tahakkümü’ altında ve bu koşullarda ‘insan’ı hayvanlardan ayıran niteliklerin anlaşılması imkânsız görünüyor. Çünkü ‘anlamak/öğretmek’ insanın bilmediklerinin bildikleri cinsinden ifade edilmesiyle olur. Peki Avrupalıların hiç bilmediği Mevlânâ’yı iyi bildikleri ekonomik değerler cinsinden ifade edebilir miyiz? Yani borsa endeksleri, Amerikan doları, Japon yeni gibi değerleri kastediyorum. Bunları kullanarak insanî değerleri anlatabilir miyiz?
İnsanî değerlerle menkul kıymetleri aynı kefeye koymamız belki ‘tasavvuf’a âşinâ insanları şok edecek. Ama ‘değer, kıymet, value (ing.), valeur (fr.)’ gibi kelimelerin böyle hoyratça kullanılmasına hiç îtirâzınız yok mu, diye sorasım gelir. Alıp satma serbestliğine ‘hürriyet’ denilen bir coğrafyada nefsin kölesi olmayı (ve ondan kurtulmayı) kimseye anlatamazsınız ki! Biraz karamsar mı oldu? Yine René Guénon’un şu sözlerini hatırlayalım:
“Modern Batı insanların daha az çalışıp kanaatkâr olmasına tahammül edemez. Sadece nicelik önemsenir ve beş duyu ile algılanmayan ne varsa yok hükmündedir. Bu yüzden maddî üretim yapmayanlar ‘tembel’ damgasını yerler. Şark insanına yönelik önyargılar büyük ölçüde buradan beslenir. Hatta dîndâr geçinenler nezdinde bile maddî karşılığı olmayan tefekkür gibi faaliyetler alay konusudur.
Böyle bir dünyada insan aklının ve iç dünyasının kıymeti yoktur. Çünkü bunlar görünmez, dokunulmaz, sayılmaz ve terazide tartılmaz. Ne kadar anlamsız olursa olsun dışarıdan görünebilecek eylemlerin kıymeti vardır. Bu yüzden Anglo-Saxon kültüründeki spor saplantısının her geçen gün topluma sirayet etmesine şaşmamak gerekir. Bu dünyanın ideali kas gücünü azamî geliştirmiş olan ‘hayvanî insan’ denebilecek bir yaratıktır. Hayran olduğu kahramanlar ise kaba saba olsa bile sporculardır. Halkı coşturan onların başarıları, rekorlarıdır. Böyle bir toplum insanlıkta dibi bulmuştur ve sonu yakındır.” (Modern Dünyanın Krizi)
Evet... Mânevî değerler ile maddî değerlerin birbirine karıştığı tuhaf bir devir yaşıyoruz. Örnek? Türkiye’de de yaygınlaşan bir kişisel gelişim sektörü var ve bu tüccarlar Mevlânâ Hazretleri’nin sözlerinin ticaretini yıllardır yapıyorlar. Çalıştığınız şirkette yükselmek, güzel ve zengin bir kızla evlenmek, pahalı arabalar kullanmak mı istiyorsunuz? Reçetesi hazır: “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol!” Elbette şirkette liderliğinizi kabul ettirme ihtiyacınız var. Ötekilerin size daha çok saygı duyması lazım. Dert değil: “Cömertlikte akarsu gibi ol. Şefkâtte güneş gibi ol. Kusur örtmekte gece gibi ol. Öfkede ölü gibi ol. Tevâzuda toprak gibi ol. Müsâmahada deniz gibi ol.” Yıl sonu satış hedeflerine ulaşınca bizi de unutma!
Kişisel gelişim sektörünün yanında ‘Mevlânâ’ ismini marka yapan şekerci, otobüs şirketi, kebap salonu gibi müesseselerin varlığı Türkiye’nin de fena halde Avrupalı olduğunun ayrı bir göstergesi. Yani bizler de her şeyin fiyatını biliyoruz ama korkarım insanın kıymetini bilmiyoruz. Haliyle, “Avrupalılar Mevlânâ Hazretleri’ni nasıl anlıyor?” şeklindeki soruyu bir de kendimize sormak lazım: “Türkiye Müslümanları Hz. Pîr’i anlayabiliyorlar mı?” Temel mesele sanırım biraz da burada. Yani Avrupa’ya Mevlânâ Hazretleri’ni anlatmak isteyen bizler Mesnevî’nin Türkçeden çok önce –yanılmıyorsam yüz yıl önce– İngilizceye tercüme edildiğini unutuyoruz.
Mevlânâ Hazretleri’ni bir sen anladın, sen de yanlış anladın!
Evet, Batı’da ‘Rûmî’ denilince akla gelen bir Eva de Vitray-Meyerovitch var meselâ. Yahut ‘tasavvuf’ denilince hatırlanan Frithjof Schuon, Martin Lings, Titus Burckhardt ve tabîi René Guénon gibi mütefekkirler. Liste uzun... Bu zâtların yazdıkları kitaplar da birbirinden güzel. Ve biz bu makaleyi yazarken satırlarımızı bu kıymetli insanların eserlerinden alıntılarla süsleyebilirdik. Okuyanlara huzur veren harika bir makale çıkardı ortaya. “Avrupa’da Mevlânâ Hazretleri çok iyi anlaşılıyor, herkes hayran, hümanizmden asırlar önce... En güzel dîn bizim dînimiz vs.” diyebilirdik. Ama bu gerçeği yansıtmazdı. Zira sokaktaki Avrupalı Mevlânâ Hazretleri’ni (hâşâ) ‘İslâm’ı yumuşak/ılımlı şekilde yorumlamış hümanist bir şair’ zannetmeye devam ediyor. Çünkü İslâm uzmanı (!) oryantalistler “Ne olursan ol gel.” sözünü şöyle tercüme ediyorlar: “Takma kafana, imân etmen şart değil, hepimiz nasılsa Cennet’e gireceğiz!”
Diğer yandan özellikle de İskandinav ülkeleri, eski komünist blok ve bendenizin yaşadığı Fransa boşanmada, intiharda ve anti-depresan ilaç kullanımında dünya rekorları kırmaya devam ediyor. Evet, ister Avrupalı olsun isterse Türk, modern insanın Mevlânâ Hazretleri’ne her zamankinden fazla ihtiyacı var. Çünkü teknoloji ve para bizi dedelerimizden çok daha güçlü bir hale getirdi. Daha doğrusu dünyevî gücümüz eski zaman padişahlarının bile fevkinde. Fransız filozof Henri Bergson bu gidişi görmüş ve daha II. Dünya Savaşı çıkmadan önce; “Bize ikinci bir ruh lâzım.” demişti. (Bkz. Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı, 1932) Evet, Bergson haklı. Kırk derviş bir hasıra sığarmış ama iki firavun bir dünyaya sığmazmış. Teknoloji her birimizi birer firavun yaptı. Gözlerimiz, ellerimiz dünyanın her yerine uzanıyor. En azından en zengin bir milyar dünyalı için durum bu. Bir milyar firavun var yeryüzünde. Büyük bir kısmı da Avrupa’da yaşıyor. Ama bir milyar ‘Mûsâ’ yok görünürde. Bunun içindir ki Afrika’dan Avrupa’ya uçakla ananas taşınıyor. Ama o ananası yetiştiren köylünün ne ekmeği var ne ilacı. Ya Mesnevî’yi, Mevlânâ’yı algılamasını tartıştığımız Avrupalı, arsızlığıyla sebep olduğu ve faydalandığı bu haksızlıklara nasıl bakıyor?
“Batılı bir yabancı orduya direnirse ‘vatansever’ denir. Eğer Batı ordularına direnen varsa ‘fanatik/terörist’ veya ‘yabancı düşmanı’ olur; sadece aşağılanmayı ve nefreti hak eder. Zaten Batılılar ele geçirdikleri her yerde bu işgali ‘adalet, özgürlük ve uygarlık’ adına yapmıyorlar mı? Herkesi kendileri gibi düşünmeye mecbur edip farklı fikirleri yasaklamıyorlar mı? [...] Batı’da iki türlü insan var. Saf olanlar ‘uygarlaştırma misyonu’ gibi süslü sloganlara aldanıyorlar. Bunlar açgözlülere ve şiddet yanlısı insanlara alet olduklarının farkında değiller. [...] Doğulular Batı’yı işgal etmeye çalışmıyorlar. Avrupalıların eziyetinden ve işgalinden kurtulmakla meşguller. Batı’nın bu işgali Doğuluların zihniyetini bile kontrol altına almakta. Ama ne acayip ki saldırganlar kendilerini mağdur gibi gösteriyor…” (René Guénon, Modern Dünyanın Krizi)
Kabul ediyorum, Avrupalının derdi firavunlaşan nefsidir ve devası, şifası Mesnevî’dir. Ama deli olduğunu kabul etmeyen delilere de yardım etmek çok kolay olmasa gerek. “Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş” diyordu Niyazî-i Mısrî Hazretleri. Derdi olmayan veya dünyadan başka derdi olmadığına inanan Avrupalı, Mevlânâ Hazretleri’nden nasıl istifade edecek? Mesnevî’deki mefhumları kendi dünyasındaki eşya ile nasıl tarif edecek? Padişahı, cariyeyi, tabibleri, incileri, mercanları kim anlatacak ‘eşcinsel evliliği’ ve ‘intihar etme özgürlüğünü’ tartışan Avrupalıya?
Malûmattan ilme doğru
Gerçek şu ki Avrupalılar değil Mesnevî’yi, İncil’i bile anlayacak durumda değiller. Zira mâneviyatı reddeden maddiyatçı tasavvur insanları tahakküm altına almış. Batı’nın içine yuvarlandığı mânevî uçurumu fark eden birçok düşünür hem Hristiyanlığın köklerine dönmeye çalışmış hem de Taoizm, Budizm gibi ‘uzak’ geleneklerden beslenmişler. Etkisi hiç de azımsanmayacak bir grup düşünür ise çareyi İslâm’da görmüş. Bir kısmı sonradan Müslüman olan bu güzel insanların ilme ve aşka susamış olmaları, bu susuzluğu tasavvuf ile gidermeleri zannediyorum kolaylıkla anlaşılabilir. Çünkü Batılı fikir adamları Vatikanist dogmalardan kaçarken rasyonalist dogmaların tuzağına düşmüşlerdi. Hikmetini anlamadıkları müddetçe İslâm hükümleri de onlara yeni bir dogma silsilesi gibi görünüyordu. Bu koşullarda anlamadıkları bir İslâm’ı sevmeyecekler ve sevmedikleri bir İslâm’ı kabul etmeyeceklerdi. Az önce ismini zikrettiğimiz Meyerovitch, Schuon, Lings, Burckhardt ve Guénon’u okurken insanları İslâm’a yaklaştıran bu iki gücü hemen fark ediyoruz: akıl ve aşk. Bu düşünürler yazarken, konuşurken –ki biz bunu kendimizde de müşâhede edebiliriz– İslâm’ı derinlemesine anlamak için sürekli sorgulamışlar. Diğer yandan aynı düşünürlerin kelimelerine âdetâ sirâyet etmiş olan aşk-ı ilâhî tezâhür ediyor. Okurken kendi kendinize şöyle diyorsunuz: “Bu adam sadece İslâm’ı öğrenmekle kalmamış, aynı zamanda İslâm’ı çok sevmiş. Sevmeden bunları yazması mümkün değil.”
İslâm ile şereflenen Batılılar –ki hemen her Cuma namazından sonra yenilerine şâhid olmaktayım– bize İslâm dersi veriyorlar. Yani olması gerektiği gibi. Hidayet, objektif bilginin, kuru malûmatın aşk ile buluştuğu noktada verilmiş bir randevu. Zira malûmat bitiyor, ilim çıkıyor ortaya. Bilgiyi sevmekle sevgiyi bilmek bir oluyor. Artık ilimle amel etmek bir hüküm gereği değil tabiat îcâbı. Zira O’nu bilen sevmemezlik edemez, seven de bilmemezlik edemez. Bu noktadaki adam zaten ilmiyle amel etmemezlik edemez!
İlâhî aşk, futbol aşkı, çikolata aşkı ve öteki aşklar (?)
Mecâzî aşkı cinsellikten ayıramayan bir kültürün çocuklarına aşk-ı ilâhîden bahsetmek... Biraz sert mi oldu? İngilizce lûgatlarda ‘to make love’ yahut Fransızca olanlarda ‘faire l’amour’ ifadesine bakın, göreceksiniz. ‘Sert’ olan bizim tenkidimiz değil, kelimelerin mânâsını yitirmiş olan Avrupalıların düşüşü. Neden böylesine sert biçimde düştü Avrupalılar? Meselenin kökleri çok eskilere, Rönesans’la başlayan sekülerleşmeye uzanıyor. Ama lafı uzatmadan bugünkü Avrupa’nın felsefî, sanatsal, bilimsel ve siyasî tasavvurunun her türlü mâneviyattan kopuk olduğunu teslim etmek gerekir. Çok alâkasız gibi görünen bu sahalardaki sekülerleşme birbirine nasıl eklemlenir peki? Birbirinden nasıl beslenir? Bazen adına ‘adalet’ dense de özünde bir ateşkes olan seküler düzen:
• Bireyler ve devletler arasındaki fayda üzerinden hesaplanan bir denge noktası olduğu için ‘bireyciliği’ ve ‘faydacılığı’ gerekli kılar,
• Seküler düzen dünyevî ve sadece dünyevî olduğu için ‘pragmatizmi’ gerekli kılar, ahlâkî ilkeleri açık veya gizli olarak reddeder,
• Adalet yerine ateşkes tesis edildiği için seküler sistem insan-üstü otoriteyi reddeder, ‘hümanist’ dogmalara yani nihaî hakemin ancak insan olmasına muhtaçtır,
• Seküler siyaset metafor olarak tüccar-asker (=objektivist) vizyonu sebebiyle endüstrinin kölesi olmuş bir bilim ister, ‘pozitivist’tir; bilimin uygulaması olan bir endüstri işine gelmez,
• Seküler felsefe ‘materyalist’ ve ‘rasyonalist’tir. Ahlâkî ilkeleri reddettiği için vicdan ve akl-ı mead insanların iç dünyasına hapsedilmelidir. Seküler sistemin bekâsı için dîn vatandaşların tenini aşmamalıdır.
İnsan mısın yoksa homo-economicus mu?
Merhum Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre seyahatlerinden bahsettiği bir sohbette; “Dünyanın neresine gittiysem nefs-i emmare ile nefs-i levvameden başka bir şey görmedim.” demişti. Evet... Vahiy’den uzak kalplerin kaderinden kaçamayan Avrupalı bir istisna değil. Sabahleyin nefsi emrettiği için hedonist; gün batarken nefsi levmettiği için nihilist. Sadece sıradan insanlarda değil, II. Dünya Savaşı’ndan sonra yetişen filozoflarda da gördüğümüz bir durum bu: Jean-Paul Sarte, Albert Camus, Emil Cioran...
Mevlânâ Hazretleri’nin Avrupa’da nasıl algılandığını anlamak için sanırım önce Avrupalının kendisini nasıl algıladığını anlamak gerek. Zira “İnsan nedir?” sorusuna ‘homo-economicus’ diye cevap verenlerin ‘eşrefü’l-mahlûkat’ diye cevap veren âşıkları anlaması biraz zor görünüyor.
Özetle Avrupa kültürü rasyonalisttir ve ‘akıl’ denen nimeti, ilâhî nûru sadece beşerî akılla yani akl-ı meaş ile sınırlandırır. Rasyonalizm dogmatik bir duruştur, akl-ı meadın varolma ihtimalini bile reddeder. Avrupa bilimi pozitivisttir, ölçülebilir varlıkların dışında bir varoluşu reddeder. Avrupa siyaseti liberaldir, barış değil ateşkes üretir. Felsefesi hümanisttir, sanatı natüralist yani taklitçidir. Rönesans’tan îtibâren teşbihî sanat yüzünden Avrupalı gözler şirk taarruzu altındadır. Oysa geleneksel İslâm sanatları tenzihîdir. Avrupa sanatına bakılır, İslâm sanatı ise okunur.
Avrupalı Mevlânâ Hazretleri’ni anlayabilir mi? Yaşadığı hayata, güzellik hissine, merhamete, mecâzî aşka, vicdan azabına mânâ veremeyen modern insana aşk-ı ilâhîyi nasıl tarif edebiliriz? Bir insana bir şey öğretmek/anlatmak onun bilmediklerini bildikleri cinsinden ifade etmek ise...
Hiç umut yok mu?
Cuma namazlarını kıldığım bir câmi var. ‘Câmi’ dediysem, öyle ahım şahım bir şey zannetmeyin. Plastik bir çadır. Kışın sular donduğu için teyemmümle abdest alıyoruz. Gerisini siz düşünün. Sokakta namaz kılmak yasaklandığından beri üç dört bin kişi birbirimizin sırtına secde ediyoruz. (Câizmiş, imam öyle söyledi). Neyse, cumalardan bir cuma, biraz erken varmışım plastik camiye. Kapıda bir grup genç “Gel kardeş, sen de şâhid ol.” dedi.
“Neye şâhid olayım?”
“İki Fransız İslâm ile şereflenecekler, şâhid ol!”
Karşımda iki Fransız kürsü gibi yüksekçe, sandığa benzer bir şeyin üzerine çıkmışlar. Birincisi iri cüsseli, çilli bir adam; uzun, bukleli sarı saçlarının arasından şâhitleri süzüyor çaktırmadan. Mahçup tavırları cüssesiyle ters orantılı. Bir de yirmi yirmi beş yaşlarında, kot ceketli, yakışıklı ‘artiz gibi’ bir genç. Yerinde duramıyor. İmamın konuşmasını beklemeden üzerimize atlayacak sanki. Hani rock konserlerinde olur ya, tam öyle! Çok şirin bir şive ile kelime-i şehâdet getirdiler. Bizim ‘h’ sesini biraz zor söylüyorlar da... Gerçekten çok hoş. Sonra sıraya girdik. Tek tek ellerini sıktık, tebrik ettik. Genç olan herkesin boynuna sarılıyor, teşekkür ediyordu. Sanki bütün hayatı boyunca bugünü beklemiş gibi bir hali vardı... Evet, karanlık geceler parlak şafaklara gebeymiş. İbret almak lâzım.
Bu son paragrafa başlarken “Hiç umut yok mu?” diye sordum. Umut var. Vahşi (r.a.) öğretti bize, O’ndan umut kesilmez. Peki, Mesnevî bu umudun neresinde? Son tahlilde Mevlânâ Hazretleri’ni anlamak ile bir insanın ‘insan’ı anlaması arasında çok büyük fark görmüyorum. İnsanı, yani yeryüzündeki halîfeyi anlamak, yaratılmışların en şereflisini anlamak, bir fahişede, kiralık katilde, eli kanlı diktatörde bile aynı ‘emânet’i görebilmek... Müsaadenizle bendeniz bu görüşe ‘hidayet’ diyeceğim. Çünkü Paris’in göbeğinde yaşayan, ayda beş altı bin avro kazanan bir adam o plastik câmiye geliyorsa, ayakları üşürken yüreği kelime-i şehâdet ile ısınıyorsa derim ki “Bu işte bir iş var.” Karısı, çocuğu, eşi dostu, evi, arabası, yazlığı, parlak kariyeri... Daha dünyadan ne istersen var. Ama olmuyor. İllâ ki ‘Allah’ diyor.
Demek ki hidayete vesile olacak mü’minler oldukça umut var. Yaşantısıyla, güzel ahlâkıyla insanları İslâm’a özendirecek kullar oldukça en karanlık gecelerin ardından en parlak sabah doğabilir. Unutmayın, Avrupa ya da mirasçısı Amerika ile beraber ‘Batı’ dediğimiz o canavardan bahsediyoruz. Dünyadaki silahların %80’nini üretip satan, petrol için iki dünya savaşı çıkartıp milyonları ölüme gönderen ve kendine hâlâ ‘medenî’ diyen Batı.
Batı’da bile umut var. Çünkü insanın doğusu batısı olmuyor. İnsan her zamanda ve her zeminde insan. Nefsin azgınlıkları kadar ruhun güzellikleri de insana dair. ‘İnsan’ dediğimiz her cümlede zulüm kadar adalet var. İnsan olan her yerde karamsarlık kadar umut da var. Çünkü tâbiri câizse hürriyet insanın hammaddesi. En vahşi ve en güzel mânâda böyledir bu. Dağların, taşların kabul edemediği emâneti kabul eden insan değil mi? Zira renkleri gösteren beyazlıklar ise de beyazı gösteren siyahlıktır, ‘zulm’ettir. İnsandaki ‘zulm’ edebilme hürriyeti sayesinde nûru tercih eden insanlar yükseliyor. Bu yüzden en karanlık gecenin ardından en parlak şafakların geleceğini düşünüyorum.
Hannah Arendt’in Totaliter Sistem’i bitirirken yazdığı umut dolu satırlarla sırlayalım sözü:
“Fakat bir de şu gerçek var ki tarihte her son yeni bir başlangıca gebedir; bu başlangıç sonun vaadi, verebileceği yegâne mesajdır. Başlangıç, bir vakıa olmadan önce insanın doruk noktasındaki hürriyetidir. Aziz Augustin’in (*) dediği gibi “Initium ut esset homo creatus est” (Başlangıç olsun diye yaratıldı insan). Bu başlangıç her yeni doğum ile garanti edilir, gerçekte her insandadır…” ((*) Aziz Augustin, De Civitate Dei, M.S. 413)