Hazret-i Mevlânâ ve Mevlevilik Hakkında Sıkça Sorulan Sorular
Hazret-i Mevlânâ sadece Anadolu ve ülkemiz tarihi açısından önemli bir şahsiyet midir? Biz Hazret-i Mevlânâ’yı büyük kabul ediyoruz ama bu kendi kültürümüzden ve tarihimizden mi kaynaklanıyor yoksa hakikaten İslâm medeniyeti ve tarihi açısından bu denli önem arz ediyor mu?
Mevlânâ’nın rıhletinden sonra oğlu Sultan Veled onun çalışmalarını devam ettirmiş, adının ebediyen yaşatılacağı Mevlevilik teşkilatını kurmuştur. Mevlevihaneler, medreselerin yanı sıra her yanda kurulup yaygınlaşmış, Mevlevilik bir devlet müessesesi gibi muamele görmüştür. Osmanlı döneminde de Mevlânâ, bu cihan devletinin yayıldığı her alanda Mevlevi dergâhları yolu ile tanınmaya devam etmiş, bir dünya mürşidi olmuştur. Böylece geniş İmparatorluk toprakları üzerinde, farklı dil, ırk, kültür, din ve düşünce çevrelerinde Türk-İslam kültür ve düşüncesi etkili olmuştur.
Mevlana ve Dünya Kültürüne Etkisi -Prof. Dr. Beyza Bilgin
Mevlevilik; Türk kültür tarihinde büyük görevler yapmış, Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemlerinin başta gelen tasavvuf müesseselerinden olmuş, İslam dünyasının her yerinde kitleleri sikkesi altında toplamıştır. Kahire’de ve Kıbrıs’taki mevlevihaneler tebliğinde.12 Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş toprakları üzerinde açılan yüze yakın temsilcilik, bütün coğrafya ve kültür farklılıklarına rağmen büyük bir toleransla insanları toplamış, Türk kültürünün etkili olmasını sağlamıştır. Mevlevilik, bağlılarına sağladığı ruh terbiyesi ve arınmanın yanı sıra onlara çeşitli sanat dallarında yetişme imkânı da sağlamıştır. Birçok edip, şair, hattat, ressam, minyatürcü, heykeltıraş, musikişinas, mücellit, müzehhip, ebrucu, aharcı maharetlerini mevlevihanelerde öğrenmiş oldukları için Mevlevi olmaktan ve "Mevlevi" unvanı ile anılmaktan şeref duymuşlardır.
Hasan Özönder, II. Milletler arası Mevlana Kongresi içinde, s. 99, 175, 1990 Konya
https://akmb.gov.tr/userfiles/files/EskiErdem%20pdf/Erdem%2050.pdf#page=36
Hazret-i Mevlânâ Türk müdür? Arap mıdır? Acem midir? Hintli midir? Hazret-i Pir’in bu husustaki sözlerini nasıl anlamalıyız? Tarihi kaynaklar bu duruma açıklık getirebilmiş mi?
Mevlânâ’da Türklük sevgisi çok güçlüdür. O yüzyılda Türkçe, Anadolu’da ileri bir şiir dili olarak daha gelişmemiş bulunuyordu. Mevlânâ da bu sebepten şiirlerini Farsça yazıyordu. Hatta buna üzülerek söylediği şu mısra pek ünlüdür: "Aslem Türk-est egerci hinduguyem" (Her ne kadar Farsça söylüyorsam da, aslım Türk’tür.)
Mevlânâ bugünkü Afganistan sınırları içerisindeki Belh şehrinde doğdu. O gün o bölgede Türk boylarından Harzemşahlar yaşıyordu. Kendisine Rumî diyerek Mevlânâ Türk olduğunu, Anadolu’dan olduğunu belirtiyor. Farsça yazmasının sebebi o günün edebiyat dilinin Farsça olması. Afganlar ve İranlılar ona Belhî diyor. Aslında anne ve babasının kendisine koyduğu isim Mehmet Celaleddin. “Mevlânâ” kendisine sonradan yakıştırılan bir isim; “efendimiz, saygıdeğer kims”e anlamına geliyor. Rumî ise Anadolu’da yaşadığı için yani “Anadolu’da yaşayan saygıdeğer Celaleddin” de diyebiliriz.
Robert Koleji'nin aylık gazetesi Bosphorus Chronicle'ın Haziran sayısı için, Robert Kolej öğrencileri Lale Tekişalp ve Alp Özçelik'ın Esin Çelebi Bayru ile yaptıkları röportaj
Hazret-i Mevlânâ belli bir gelenekten mi gelmektedir yoksa İslamî açıdan yeni bir şeyler koymuş, yeni usuller icat etmiş biri olarak mı görülmelidir?
Hazret-i Mevlânâ, hayatında Kur'an ve Sünnet'ten bir adım ve bir nefes dahi ayrılmamaya çalışmıştır. Bu iki ana kaynağın dışında bir şey ona isnâd edilecek olunursa, bundan bizar olduğunu veya olacağını net olarak ifade etmiştir. Ayrıca “Yaşadığım sürece Kur’ân’ın kölesi, Hazret-i Muhammed’in(sas) ayağının tozuyum… Biri bana bundan başka bir söz nispet edecek olursa, ondan da, o sözden de şikâyetçiyim…” ifadesi de onun Kur'an-ı Kerim ve sünnete bağlılığının göstergesidir.
Yrd. Doç. Dr. A. Selâhaddin HİDÂYETOĞLU
“Hazret-i Mevlânâ için filozof, şair demek hatta mutasavvıf tabirini kullanmak bile yanlıştır” deniyor? Hazret-i Mevlânâ’nın fikrî açıdan çok enteresan sözleri ve fikirleri olduğunu biliyoruz. Rubaileri var, divanı var. 20.000’den fazla beytin yer aldığı Mesnevi’si, şiir şeklinde yazılmış kitapları var. Bir de tasavvufla uğraşıyor. O zaman bu tabirleri kullanmak niçin yanlış olsun?
Mevlânâ’yı hümanist filozof olarak değerlendirmek, metafizik katmanı görmezden gelmek ve meyvenin özünü çıkarıp kabuğunu yemek gibidir. Halbuki Mevlânâ filozoflara “tek kanatlı kuş” benzetmesini yaparak, tek başına felsefenin hakîkate ulaşmada yetersiz olacağını söyler.
http://www.derindusunce.org/2008/12/22/mevlana-celaleddin-i-rumi-uzerine/
“Dostların sıkılmaması iç, ne kadar gönül almaya çalışıyorum ve onları meşgul etmek, oyalamak için şiir söylüyorum. Yoksa şiir söylemek benim kârım mı? Vallahi ben şiirden bıktım ve benim indimde bundan daha kötü birşey yok.” diyerek “şairliğinden” dolayı bir çeşit özür dilemektedir. Sonra da “Belh'de şairliğin utanç verici bir iş” sayıldığını belirtmektedir.
Hazret-i Mevlânâ hiç semâ’ yapmış mıdır?
Hz. Mevlânâ zamanında belli bir nizâma bağlı kalmaksızın dînî ve tasavvûfî bir coşkunluk vesîlesiyle icrâ edilen sema’ı, bir rivayete göre annesi öğretmiş bir rivayete de göre de Hz. Şems-i Tebrizi öğretmiştir.
Semâ'ı ibadet haline getiren Mevlânâ'nın Şems-i Tebrizî ile buluştuktan sonra semâ' etmeye başladığı nakledilir. Mevlânâ'nın yanında kırk yıla yakın bir süre bulunduğunu eseri Risâle-i Sipahsalar'da ifade eden Ahmed b. Feridun Sipahsalar, Mevlânâ'nın Şems-i Tebrizî ile mülakatından önce semâ' etmediğini, Şems'in talebi üzerine semâ' etmeye başladığını ve bunu ölünceye kadar bırakmadığını, onu yol (tarîk) ve âyin haline getirdiğini nakleder.
Sultan Veled ise İbtidânâme isimli eserinde, Mevlânâ'nın Şems ile tanıştıktan ve ayrıldıktan sonra, gece gündüz bağırıp çağırarak semâ' ettiğini, yerlerde dönerek raksettiğini, mutriblere altın ve gümüş verdiğini, nihayet çalıp söylemekten kavâllarda takat kalmadığını ve bütün şehir halkının ona uyarak semâ'ya dâhil olduğunu kaydetmektedir.
Semâ’ bir zikir midir?
Semâ’, lügatte duymak, işitmek anlamına gelir; ıstılahatta ise, mûsikî nağmelerini dinlemeye, dinlerken de vecde gelerek coşkuyla rak setmeye, dönmeye denir. Mevlevî literatüründe semâ’ ritm ve musiki eşliğinde yapılan, sağdan sola, kalbin etrafında çark atıp dönerek icrâ edilen bir nev’î ibadettir.
Mevlevîliğin sembol zikri semâ’da da maksat ve niyet ruhen yükselmek, Allah’a giden yolda mesâfe almaktır. Fakat semâ’ın arkasına gizlenen kötü bir niyet varsa ve semâ bir takım gizli hesaplara, siyaset, şehvet ve şöhret gibi menfi ve menfur emellere alet edilmişse, o takdirde semâ kirlenmiş ve arılığını kaybetmiş olur. Üzüm suyunun şaraba dönüşmesi gibi semâ da haram elbisesi giymiş olur.
Semâ’daki dönme hareketi, mûsikînin nağmeleri ile birleşir, her çark atış zikredilen “Allah” ism-i celâlinin feyzi, gönlü bir ağ gibi sarar, kuşatır, dervişi eritir, şeffaflaştırır, bir nûr sütûnu hâlinde Hakk’a yüceltir.
Hüseyin Top, Mevlevî Usûl ve Âdâbı
Çok kısa olarak “İslam’da musiki caiz midir değil midir?” konuşmalarına birkaç cümleyle katkıda bulunabilir misiniz yahut bize bunun ölçüsünü anlatabilir misiniz?
Ne Kur’ân âyetleri içerisinde, ne de sahîh hadîs-i şerifler arasında; ne âletli, ne de âletsiz salt mânâda “mûsikî”yi yasaklayan bir habere, bir hükme rastlanmaz. Dînimizde haramlar açık bir dil ile, net bir şekilde hep beyan edilmiştir. Çalgılı veya çalgısız söylenen mûsikî yeni bir icat da değildir. Kur’ân âyetleri indiği günlerde mûsikî çalınıp söyleniyordu.
http://www.sorularlaislamiyet.com/qna/15496/calgi-aletleri-kullanmak-ve-sarki-soylemek-caiz-mi.html
Mevlevilik tarikatında zikir var mıdır?
Her târikatın özel bir zikri vardır. Mevlevîlerin de zikrî ise “semâ” ile “İsm-i Celâl”dir. Mevlevîlikte semâ’a, nafile ibâdet nazariyle bakılır, bu sebeple abdestsiz semâ’a çıkılmaz. Semâ’, şeyhiyle, semazeniyle, sazıyla, sözüyle, heyet hâlinde icrâ edilen ve protokolü olan bir zikirdir. Gerçi isteyen can, evinde veya başka bir yerde vecde gelip kendi kendine semâ’ edebilir, ama genellikle semâ’ meydân-ı şerîflerde grup halinde yapılmaktadır.
İsm-i Celâl çekmek de, dergâhlarda topluca yapılan bir zikir şekli olmakla beraber, genel olarak bu, dervişin tek ve tenhâ çektiği, uyguladığı bir zikir şekli olarak görülmektedir. İsm-i Celâl çekeceği zaman, genellikle, önce kelime-i tevhîd çekilir, onun peşinden ism-i Celâl’e başlanır.
Hz. Mevlânâ’nın zikri, Allah isminin yüksek sesle telaffuzundan ve tekrarından ibâret idi. Hazret-i Pîr’in, Esmâ’ül Hüsnâ’dan bir başka isimle zikir yaptığı rivâyet olunmamıştır. Dervişin durumuna ve haline göre esmâ’dan başka isimler de zikir olarak verilebilir ve alınabilir ise de, Mevlevîlik’te aslolan ism-i celâl zikridir. Bununla beraber esmâdan diğer isimler de men edilmemiştir. Bir derviş Mevlâna’ya “Efendim diğer tarikatlerde esmâdan diğer isimlerle de zikir yapılıyor, biz ise sâdece Allah diyerek zikir yapıyoruz” deyince Yüce Mevlâna “eleysallahu bikâfin abdehû” (Allah kuluna yetmez mi?)” buyurur.
Hüseyin Top, Mevlevî Usûl ve Âdâbı
Başka tarikatlarda seyr ü sülûk olduğunu biliyoruz, aynı şeyler Mevlevilik’te de geçerli mi?
Mevlevîlik’te seyr ü sulûk çile denilen 1001 günlük eğitimle başlar. Çile nefsin isteklerini kırıp, yerine getirmeyip, nefsi, gönlün emrine âmâde kılmanın temrini, bu şekilde nefsi terbiye ve tezkiye etmenin adıdır. Çile, mahrumiyettir; nefis eşeğinin yemini kesmek, yularını kısmak, onu anıramaz hale getirmektir.
Çile çeken derviş, bu çile süresi içerisinde dünyevî heveslerden sıyrılır, mâsivadan arınır, Kur’ân ile, evrâd ile, fikir ve zikirle gönlünü doldurur; îlahî ilhamların tecelligâhı haline getirilir. Çile ve riyazetle, madde ve maddî istekler tasfiye edilir.
Binbir gün çilesini doldurup tamamlayan can “dede” ünvanını alır ve kendisine özel bir hücre verilir. Bu şekilde “hücrenişîn” olur.
Hüseyin Top
Hazret-i Mevlânâ ile Şems-i Tebrizî’nin arasındaki muhabbet ile ilgili aklî ve dini açıdan asla kabul edilemeyecek birçok şeyler söylenmiş. Bunlar hakkında biraz bilgi verir misiniz? İşin aslı ve doğrusu nedir?
Hazret-i Şems ile Hazret-i Mevlânâ arasındaki dostluğun, aşk kelimesiyle ifade edilen bir sevdanın boyutlarını, bugünkü insanoğlu, bağırsaklarından kurtulamamış, bağırsaklarını kendi boynuna takıp da kendi kendini idam etmiş olan insanoğlu nasıl anlayacak?… Nasıl bir yaşamdır bu?… ALLAH’ı terennüm eden, ALLAH’ı konuşan, ALLAH’ı yaşayan bir birliği yaşıyorlar. Bunun içerisinde şu ders de böyle miydi, şöyle miydi, yahut da niye bu kadar samimi ve dayanılmaz arzu vardı diye aptal aptal bakmak mümkün değil!…Allah lezzetini almamış insanlar ne düşünürse düşünsünler. O ikisi Allah sohbetinin lezzetini alıyordu. İnsanların ne düşündüğü önemli değil ki!…
Haluk Nurbaki
Şems-i Tebrizi şeyh miydi? Hazret-i Pir’in şeyhiydi diyebilir miyiz?
Hazret-i Şems Konya’ya geldi ve artık Hazret-i Mevlânâ’yı irşad etmek için fiiliyata başladı. Bu; ihda dediğimiz yaratılışın kuvveden fiile çıkma safhasıydı. Hazret-i Şems mükemmel bir mürşiddi, hiç bir hata olmasın istiyordu. Bunu maddî bir ameliyata benzetirsek, nerdeyse iğnenin girdiği yer bile acımasın istiyordu.
Haluk Nurbaki
Hazret-i Mevlânâ’ya Moğollar için çalışan casus denildiğini de bazı yerlerde okumaktayız, ne dersiniz?
Eğer bu iddia gerçekse Mevlânâ nasıl Moğol ajanı olacak? Hiç düşündünüz mü? Gidecek, Moğollar lehine ama Selçuklular aleyhine çalışacak,
onlar adına saraydan bilgi toplayacak ve Moğollara aktaracak. Müritlerini
de bu iş için yıllarca kullanacak. Bunun karşılığında da para veya ihsan alacak.
Ve bu işi, herkese “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diyen birisi yapacak.
Ne diyeyim: Size olacak şey gibi geliyorsa kabul ediverin gitsin bu iddiayı.
Mustafa Armağan
http://www.mustafaarmagan.com.tr/mevlana-mogol-casusu-muydu/
Mesnevi-i Manevi’de yani Hazret-i Pir’in Mesnevi isimli eserinde ve rubailerinde müstehcen sayılabilecek bazı hikâyelerin ve sözlerin bulunması konusu, bilhassa Mevlânâ’yı sevmeyenler ve tasavvuf aleyhtârı kişiler tarafından sık gündeme getirilmekte, bu konuda neler söyleyebiliriz?
Mesnevi’nin üslubuyla örtüşmeyen hikâyelerin hepsinin 5. ciltte olması manidardır, her şeyde olduğu gibi bu işte de Acem parmağı olma ihtimali yüksektir.
M. Fatih Çıtlak
Hazret-i Mevlânâ’nn Mesnevi-i Manevi’sinde küfür ve şirkle alakalı sözlerin bulunduğu iddia edilmekte. Hatta ilk baştaki önsözden yani mukaddimeden Mesnevi’nin neredeyse bütünüyle alakalı tenkitlerin yapıldığını bile sağda solda görmekteyiz. Bu iddialar için neler söylemek istersiniz?
Otuz küsur yıldır Mesnevî ve şerhlerini farklı kaynaklardan mütalaa ediyorum, bizim aile Nakşi-Mevlevi diye bilinir, Mesnevi’nin dili ve üslûbu bakımından herhangi bir anormal açıklama ve küfür hakkında bir mevzu bana ters gelmedi.
Mesnevî’nin vermiş olduğu mesajları tahlil ederken mevzunun daha iyi kavranması açısından hikâyelerin akışı art niyet olarak alınırsa bazı konular, o insanların şuur ve düşünceleri basiretlerini bağlar. Nitekim 3. Cildin 2550. beyitinde “Nefis Allah velisine yaklaşınca dili yüz arşın kısalır, onun yüz dili vardır, her dilinde yüz lügat riyası vardır” diye anlatılmaktadır ki bunlar zahiren o beyitlerden anlaşılandır. Lakin üst ve alt beyitlere baktığımız zaman asıl maksat hâsıl olmaktadır.
Mustafa Holat Dede
Hazret-i Mevlânâ içki içmiş midir? Hiç namazı terk etmiş midir? Çünkü bazı kaynaklarda namaz için imamete geçmediği ve yine bazı çevrelerde “Mevlevi şeyhleri imamlık yapmaz.” gibi sözlerin söylenildiğini duyuyoruz. Ne dersiniz?
Hz. Mevlâna günaha düşmandı, günahkâra değildi. Tabip, hastalığa düşmandır, lâkin hastaya dosttur. Hastaya dost olmazsa onu hastalığın elinden nasıl kurtarabilir? Yaşadığı zaman yüzlerce, binlerce, asırlardır da milyonlarca kişiye tabiplik yapan bir zâtın günahlarla yaşaması, namaz kılmaması mümkün mü?
Hz. Pîr, Konya hanlarında fahişelik yapan kadınlara sohbete gitmiş, meyhanelerde şarap içip sarhoş olan kişilerin yanlarında oturmuş, onlara gönül sohbetlerinde bulunmuştur. Bunu haber alan ahali, Hazret’i eleştiri oklarına tutmuş, lâkin o kötü kadınların, sarhoşların tevbe edip, hidayete erdiklerini görünce pişman olmuş, özür dilemişlerdir.
Hz. Mevlâna’nın sadece Mesnevî’sine baktığımız zaman bile namazla ilgili onlarca beyit görmekteyiz. Hz. Pîr bize namazın nasıl huşû ile kılınacağını, nasıl kıyam, secde edileceğini Mesnevî’de detaylı şekilde anlatmıştır.
Feridüddin Ahmed’ın Sipehsalar Risalesi’ne, ariflerin menkıbelerine baktığımız zaman Hz. Pîr’in namaz ile onlarca menkıbesini görmekteyiz. Muhterem eşleri Hz. Pîr’den şahit olduğu bir olayı şöyle anlatıyor:
"Mevlânâ bir gün namaza durdu. Sükûnet ve tevâzu içinde tâzim ve hürmetle Kur'ân-ı kerîm okuyor, bir taraftan da gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Evde bulunanlarla birlikte Mevlânâ'nın bu hâlini görüyor, hayretle ona bakıyorduk. Namazdan sonra her zamanki gibi tesbihini çekip Cenâb-ı Hakk'a uzun uzun yalvarıp yakararak duâsını yaptı. Onun bu hâli bana çok tesir etti, ağlamaya başladım. Sonra; ‘Ey efendi! Dünyâda ve âhirette biz günahkârların ümîdi sensin. Bu kadar çok ibâdetinle, böyle korkar, ağlar, yalvarırsan, biz bu tenbel hâlimizle kıyâmet gününde ne yaparız?’ diye sordum. Yemîn ederek; ‘Allah Teâlâ’nın bana verdiği nîmetlerin, ihsânların yanında benim yaptığım ibâdet, yalvarışlar ve bütün hareketlerim, ziyâde kusur ve nihâyetsiz eksiklikten başka bir şey değildir. Bütün bu korku ve yakarışlarımla; ‘Ey Kerîm olan Allah'ım! Benim gibi bir âcizin, bir çâresizin kuvveti ve tâkatı ancak bu kadardır, mâzur buyur yâ Rabb’i!’ demek istiyorum. Yoksa O'na lâyık bir ibâdeti kim yapabilir?" buyurdu.
Başka bir menkıbesinde Hz. Pîr bir namazında secdede uzun süre ağlamış, akan gözyaşları soğuktan buz tutmuş ve Hz. Pîr secdede saatlerce kalmıştır. Onun geri dönmesinin geciktiğini fark eden yakınları başına bir iş geldiğini düşünmüşler, bulduklarında secde mahalinde hareketsiz durduğunu gördüklerinde öldüğünü zannedip korkmuşlar, sıcak sularla buzları kazıyarak Hz. Pîr’i alıp eve götürmüşlerdir.
İşte yaşadığı bu hallerden dolayı Hz. Pîr imamete geçmemiş, saatlerce namaz kıldığı vâki olduğu için, arkasında namaz kılacakların namazlarının kendi hallerinden dolayı bozulmaması yahut namazı uzun tutup da insanları yormamak için imamlığı başkalarına tevdi etmiştir.
Belh’in Güvercinleri- Emin ışık, Sipehsalar risalesi- Feridun bin Ahmed, İçimizdeki Mevlâna- Cihan Okuyucu, Aşk Ummanı Mevlâna, Allah Dostları-Ethem Cebecioğlu
“Herkesin muhakkak bir mürşidi şeyhi olmalı, şeyhi olmayanın mürşidi şeytandır.” sözü doğru mu, bunu nasıl anlamalıyız?
“Rehberi olmayanın, tek başına kalanın rehberi şeytandır” sözü, bir çok hadis-i şerifin ortak manasını da ifade etmektedir. Şöyle ki, Resulullah(sas) Efendimiz, şeytanın insan kurdu olduğunu, herkese pusu kurduğunu ve cemaatean ayrılan, tek başına kalan kimseyi kolayca yuttuğunu haber veriyor. İşte Rahmet Peygamberi’nin uyarıları:
“Şeytan insan kurdudur; sürüden ayrılan, tek başına kalan koyunu dağdaki kurt nasıl kaparsa, cemaatten ayrılan kimseyi de şeytan öylece kapar.” (Ahmed, Tabaranî)
“Sizin cemaat halinde bulunmanız gerekir. Ayrılıktan, tek başına kalmaktan sakının. Şüphesiz şeytan tek başına kalanla beraberdir. O, (Allah için beraber olan) iki kişiden uzak durur.” (Tirmizî, Ahmed, Hakim)
“Şüphesiz Allah Tealâ, ümmetimi sapık fikir ve fitne üzerinde bir araya getirmez. Allah’ın eli (rahmet ve desteği) cemaatin üzerindedir. Kim cemaatten ayrılırsa ateşe düşer.” (Tirmizî, Taberanî)
Bu mealdeki hadislerin ortak manası ve uyarısı şudur: Dini tek başına yaşamaya kalkmayın. Allah yolunda birlik olun, alimlere uyun, takva üzere giden cemaate sımsıkı yapışın. Tek başına kalanın kalbini şeytan sarar, yolundan alıkoyar ve kolayca zarara sokar. Bu düşmana karşı birlik kalesine girin, Allah sevgisini siper edinin ve ölene kadar böyle gidin. Emniyetiniz budur.
Şu halde “başında bir rehberi olmayanın rehberi şeytandır” sözü Kur’an ve Sünnet’e aykırı değildir.
Dilaver Selvi
http://semerkanddergisi.com/mursidi-olmayanin-mursidi-seytan-mi/
Semâ’ ayinleri ibadet midir?
Elimizdeki ilk Mevlevî Ayinleri 14 ve 15. yüzyıla aittir. 20. yüzyıla kadar devam eder. Notaları ile birlikte vardır. Mevleviler nota icat etmiş aynı zamanda. Ebced kullanmışlar, eski harflerle yazmışlar. Mevlevîhaneler bir anlamda o günkü konservatuar, edebiyat fakültesi. Ayrıca astronomi, matematik gibi bilimlerle de uğraşan bir merkezdir. Mevlevî Felsefesi Allah’ın herkese farklı istidatlar verdiğine inanır ve onları teşvik eder, açığa çıkarır. Kişinin dünyadaki işi eser bırakmaktır. Herkes insanlara hizmet etmek mecburiyetindedir. Mesleği ne ise; hattat, tamirci, aşçı… Çünkü bunları yaparken aynı zamanda Allah’a ibadet ediyor kişi. Zaten biliyorsunuz meşhur hikayedir. Mevlâna bir gün çarşıda dolaşırken Selehaddin Zerkubi’nin kuyumcu dükkanından geçerken tak tak seslerini duyar ve sema’ etmeye başlar.
Bahrihüdâ Tanrıkorur
Şeb-i Arûs törenleri ve günümüzdeki Mevlevi ayinleri Mevleviliğin aslından, usulünden midir?
Semâ’ ve âyin-i şerif, aşk ve cezbeyi hasıl etmek, çeşitli maddî ve manevî meşakkatlerle yorulmuş ruhları dinlendirmek için bir vesiledir. Semâ esnasında her hareketin bir mânâsı, sezilmesi gereken bir hakikati vardır, bu yüzden de Mevlevîlikte semâ olmazsa olmaz bir unsur sayılır ve her şeyiyle mânevî bir eğitim faaliyetidir. Bu sebeple Köseç Ahmed Dede “Tarikat-i Mevlevîyye’de semâ sülûk erkânından sayılmıştır” demektedir.
Mevlevîlerin semâ ayinine mukabele denir. Tekkelerde mukabele yapılacağı zaman, bir can yüksek sesle: ‘Vakt-i salâ yâ hûû!’ der, dervişler de çeyizlenip, baş keserek meydana girerler, kıdemlerine göre sıralanırlar, herkes yerini aldıktan sonra şeyh efendi gelir, namaz eda edilirdi. Namaz bitince şeyh efendi “Fa’lem ennehû” der ve hep beraber ağır ağır, yumuşak bir sesle “La ilâhe illallah” denilir, müezzin veya sesi yatkın biri tarafından “Salli ve sellim ve bârik alâ eşraf-i ve es’ad-i nûr_i cemiy-ıl enbiyâ vel mürselîn velhamdülillâhi Rabbil âlemin” denir ve şeyh efendi de “el-Fatiha” der. Fatiha okunduktan sonra herkes yerle görüşerek ayağa kalkar ve canlar eski yerlerini alırlar, bu sırada şeyh efendi de yerle görüşerek ayağa kalkar ve şeyh postuna gelerek “bârekallah” der ve yerle görüşerek diz üstü otururdu.
Mukabeleden önce şayet Mesnevî okunacaksa- istisnalar dışında sürekli okunurdu- şeyh “Fatiha” der demez meydancı dede diğer canlarla beraber niyaz edip kalkar; Mesnevî kürsüsünün üzerinde duran seccadeyi kürsüye karşı enlemesine serer ve meydancı şeyhin kürsüye çıkmasına yardım eder, şeyh kürsüye çıkınca seccadesine oturur ve euzu besmele çekerek Mesnevî okuyucusunun okuduğu beyitleri şerh etmeye başlardı. Bundan sonra mutriban da kısa bir aşır okur ve şeyh post duasını okurdu. Sonra şeyh efendi postuna geçer ve Naat-ı Şerîf ile birlikte mukabele başlardı.
Günümüzde semâ, tekkelerden ziyade başka yerlerde yapılmaktadır. Dolayısıyla sadece mukabele-i şerif icra edilmektedir. Mukabele öncesinde meydanda derviş postları serilir, sonrasında görevli bir derviş tarafından şeyh postu yerine serilir ve böylelikle meydan uyandırılmış olur. Postun serilmesiyle birlikte şayet Mesnevî okunacak olursa Mesnevîhan dede şeyh postunun hizasında olacak şekilde postun arkasındaki Mesnevî kürsüsüne geçer ve Mesnevî okur. Mesnevî okumasından sonra sırasıyla mutrip heyeti yerini alır, semazenler meydana baş keserek yerlerini alır ve en son şeyh efendi postuna geçer, niyaz eder ve yerle görüşerek diz üstü otururlar ve böylelikle mukabele başlar. (Hüseyin Top, Safi Arpaguş Mevlevilikte Manevi Eğitim)
Şeb-i Arûs töreni sadece Konya’da mı olmalı, doğrusu bu mudur? Şu anda Konya’da icra edilen Şeb-i Arûs törenleri işin ruhuna uygun mudur? Sema ve Mevlevilikle alakalı faaliyetlerin kendi içinde bir kontrole tabi tutulduğunu ve disipline edildiğini düşünüyor musunuz?
İlk sorunun cevabı diğer iki soruyu da içine almaktadır. Hazret-i Pîr’in bulunduğu yer olması ve Mevlevîliğin tek merkezli bir idare sistemine dayanmasından dolayı, kontrolü bakımından tek bir yönde icra edilirse geçmişine ve aslına uygun devam etmesi açısından önemlidir. Ayrıca musiki ve Mesnevî yönünden üniversite ve diğer kurumların (belediye, vilayet ve diğer kuruluşların) çok hassas bir şekilde konunun üzerine gittiği, öneminin her yıl daha da anlaşıldığı ve bu konuda çalışmaların en iyi bir şekilde takip edildiği gözleniyor. Bu güzel çalışmaları tasvip edip, zararlı olanları kınamakla birlikte, her türlü hizmete talip olan insanların çoğalması gurur ve sevincimizdir.
Tekke ve zaviyeler zamanında –ki dervişandan çok şeyler öğrendik- kendilerinden sonrakilere aslına uygun olarak aktarmak için çok titiz davrandılar ve bizim de sonrakilere ruhuna uygun aktarmak aslî görevimizdir.
Mustafa Holat Dede
Kadınlar semâ’ edebilir mi?
Tarihte kadın semazen vardır. Fakat 700 sene içersinde kadın ve erkek yan yana dönmemiştir. Ancak aile meclislerinde kadın erkek yan yana olabilir. Bunu kadın erkek eşitliği ile anlatmak çok mantıksız olur, Hz. Mevlana'nın kadına verdiği önemi söylemeye bile gerek yoktur.